"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

11 Kasım 2011 Cuma

Kuleler, Sandalyeler ve Diğerleri


Nazlı Karabıyıkoğlu
Sıcak Nal, Ocak-Şubat 2011, sayı 6.


Yine.
Sandalye altında gittikçe küçülürken, jöle kıvamındaki bedeni sandalyeden titreye titreye taşmasını durduramıyor, zemine her saniye biraz daha yaklaşıyor.
“Bir tane daha?”
Sorunun sahibi Kemal, Ali, Cem, Mehmet ya da Mustafa.
Evet manasında salladığı başı ağır geliyor boynuna. Bu biradan sonra, söyleyecek artık ona. Koca bira bardağını dikiyor kafasına. Alkol yüklemesi cesaretini arttıracağına, tavşan deliğine biraz daha tıkıyor onu.
Yeri yalamadan önce söylemeli. Çabucak:
“Yapamıyorum ben,” diyor. “Ayrılmak gerek Kemal.”
Bu kez Kemal. Özgürlüğümü ver, kendininkini al.
Özgürlük fiili ağzından çıkar çıkmaz yerden bir karış yükseliyor. Kemal ise sessiz bir an duruyor. Birasını bitirip bir yenisi ısmarlıyor. Sonra tıpkı diğerleri gibi aynı soruları sorup, ikna olacağı cevapları almaya çalışıyor. Gözleri nemleniyor, bağırıyor, ağzını zincirleme sigaralara boğuyor, sövüyor, elindeki yaranın kabuğunu koparıyor.

Karşısındaki adama bakıp yükseldiği gibi dibe vuruyor.
Ayağını kesen deniz kabuklarına rağmen, tüm sahilini plastik bir kova, bir tırpan ve  fırfırlı yeşil mayosuyla katettiği kasabanın kekremsi tadı doluyor ağzına. Tabanlarında incecik, köpüklü bir sızı…
Kalkıyor. Kaçmalı.
Bir adım atıyor, duruyor. Belki yirminci kez ‘ama neden?’ diye soran tizleşmiş sese bir cevap borcu var. Tek bildiği cevap olan ‘bilmiyorum’ parçalanıyor zihninde, birkaç kelimeye bölünüyor:
“Kendime yetişemiyorum ki ben.”
****
Koşuyor. Cevabıyla kasılmış yüzünden milyonlarca sokağa saparak kurtuluyor. Ondan ne kadar uzağa giderse, o kadar arınacak suçluluktan. İnip kalkan göğsüyle parmaklarını yakan izmaritlerle ne kadar dolanıyor sokaklarda, bilmiyor.
Akşam iniyor şehre. Şekerli bir gam.
Kırık dökük vücudunu, Kemal’in, Ali’nin, Cem’in ve diğerlerinin namına öç almak için, kalabalık barlardan birine sürüklüyor. Ne kadar yakarsa cismini, o kadar yüceltecek ismini.
Yine.
İki dişinin arasındaki kovukta gezdirdiği dili bir içki söylüyor. Barın duvarlarından seken tütün kokulu buhar yüzüne çarpıyor. Alnındaki teri siliyor, sığındığı ini inceliyor.
Demir masalar, bar tabureleri, parıldayan şişeler, yüksek arkalıklı sandalyeler esrik bir yalnızlığa bürünmüş. Gölgeler sahiciliğini sorgularken, renk renk damlalar boşalıyor bardaklara. Barmenlerin elleri çın çın ötüyor. Ötüyor başı dumanlı bir kadın, hoparlörden.
Hayatındaki herkesten, arkadaşlardan, anadan, babadan, kardeşten, akrabadan, sevgiliden kaçmayı başaran o, kendinden, beynine vantuzlarını geçirmiş görüntülerden kaçamıyor. Sözcükler saçan zihnine parmaklarını saplayıp delikler açmak istiyor.
Kadehindeki yeşil sıvı dalgalanıyor, dalgalanıyor, kıvır kıvır oluyor, geliyor kalçalarına konuyor.
Küçümen vücuduna yapışmış fırfırlı yeşil mayoda gezdiriyor ellerini.
Güneş tam tepede. Gerilen teni acıyor. Diz çöküyor. Açtığı ufak kuyunun içindeki tırpanı alıp kazmaya başlıyor yeniden.
Az ötedeki yan yatmış plastik kovayı alıyor sonra, içini kumla doldurup kuyunun tam önüne ters çeviriyor. Kulenin yüzeyine parmaklarıyla bir kapı, dört de pencere açıyor. Keyfi pencerelerden taşıyor, yaratmanın mutluluğu kapıdan. Şeytanminaresinden çitlerle çeviriyor kuleyi, irili ufaklı kulübeler konduruyor sonra çevresine, birkaç da midye kabuğu serpiyor çiçek niyetine.
Ağzına kaçan kumlar çıtır çıtır dişlerinin arasında eziliyor. Kuyuyu suyla doldurunca, havuz oluyor. Havuzun içine iki üç taş atıyor, taşlar balık oluyor.
“Ne de güzel yapmışsın,” diyor başının üzerinde bir ses. Bakışlarını kaldırıyor ama güneş oynaşıyor gözlerinde, hemen göremiyor ne bir kadına ne de bir erkeğe ait olan sesin sahibini.
Yanına çöküp, kumlanan baldırlarını ovalıyor siluet.
“Ne güzel mayon var senin,” diyor.
Ağzına dolan tuzlu saçlarını emiyor, elinde tırpan.
“Bunların yanına bir de kocaman komşu kule yapalım mı?” diye soruyor siluet.
“Peki,” deyiveriyor. Köyü büyüyecek, seviniyor.
Bir değil tam beş tane devasa kule yapıyorlar ana kulesine ek. Sonra siluet kalkıyor, katran rengi tenine tezat parafinli dişleriyle gülümsüyor, ama gülümseyişi öyle gölgeli ki, içini korkuyla karışık bir tiksinti kaplıyor.
“Gel haydi, denize girelim,” diyip elini uzatıyor.
Tahta göğüslü, iskeleti etinden taşan, dar kalçalı, kılsız kadınadamı takip ediyor. Suya değen ayakları cozurduyor.
Tırpanı yere düşüyor.
“Oturabilir miyim?”
Bakışlarını kadehinden ayırıp silkiniyor. Gözleriyle berikine karşısındaki sandalyeyi işaret ediyor.
“Ne zamandır seni gözlüyoruz arkadaşlarla,” derken birkaç masa ötedeki arkadaşları el sallıyor onlara.      “Hayli üzgün görünüyorsun. Bize katılsana.”
Öcün minvali şekilleniyor önünde. Tereddütsüz tamam diyor. Toparlanarak onların masasına geçiyor. Vakit ilerledikçe artan müziğin ritmi, hiç boşalmayan kadehlerden süzülen damlalar, bilmediği isimlerle dolu cümleler sarıyor etrafını. Sürme niyetine çekiyor gözlerine her defasında farklı telaffuzlara düşen adını.
Saat gece yarısını vurmadan az evvel, artık eve gitmeye sabırsızlanan, buram buram şehvetle kuralsızlık kokan vücutların peşinden sürükleniyor. Onu masaya davet eden yeşil gözlü, koluna giriyor yol boyunca, bu gece onun evinde devam edeceklerini söylüyor. Tamam diyor her dediğine, tamam.
Yemek borusundan yükselen yakıcı sıvıyı kontrol etme çabasıyla, bardaki havanın evin içine bir çeyrek saatte nasıl da yerleştiğini izliyor. Koca memeli, dar pantolonlu kızlardan biri yanına geliyor. Eline tutuşturduğu kadehe bakıp kesikçe gülümsüyor. Kız ellerini önüne, ağır bir saray kapısının binbir gıcırtıyla açılması gibi açıyor. Kızın ayasındaki çizgilere birikmiş bütün tozları burnuna çekiyor.
Ter oluyor sonra her yer, orta sehpası kayboluyor, boynundaki fular çözülüyor. Halının havları dizlerine yapışıyor.
Kullanıla kullanıla yıpratılıp öldürülmek istiyor. Tükürükleri gibi adları birbirine karışan, sayısını bilmediği bu suretler onu öldürsün istiyor. Layığımı bulayım diyor. Parmaklarına dolanan tüyler, genzine dolan kesif vücut kokuları, dilinin yokladığı göbek deliklerinin sıkıntılı tadıyla birleşiyor, bir şeylerini yok ediyor, ama öldürmüyor. Ellerindeki uzuvları sıkmaya, acıtmaya başlıyor. Tırnaklarıyla, dişleriyle saldırıyor. Yeşil göz tutuyor belini.
“Yavaş,” diye tıslıyor.
“Kendime yetişemiyorum ki ben,” diye inliyor. Tekerleniyor oda.
Donukça bakıyor ona yeşil göz. Belinden kavrayıp çekiyor sonra. Çök diyor. Çöküyor. Kıvır diyor, kıvırıyor.
Düğüm olmuş binlerce saç teli ağzına giriyor, bağıramıyor.
Yeşil mayonun altından usulca parmaklarını bacak arasına sokan iskeletin sesi, yeşil gözün sesinin tınısını yakalıyor. İnledikçe inlemesini buyuruyor sesler. Halı denize, deniz halıya dönüyor.
Tuz.
Tuz yakıyor.
Cayır cayır yanan bacak arası kaç diye bağırıyor. Dalgaları köpürte köpürte çıkıyor denizden.
İnsanların üstüne basa basa çıkıyor o evden.
Tabanlarını delen deniz kabuklarına aldırmadan koşuyor.
Sokaklarda kırılmış bira şişelerine, parçalanmış plastiklere, kırılmış kaldırım taşlarına aldırmadan.
Koşuyor.
Kemal’i, Ali’yi, Cem’i ve diğerlerini terk ettiği sokaklarda koşuyor.
Önünde, ondan yüz metre ilerde, yeşil, fırfırlı mayosuyla koşan kıza yetişmeli.
Koştukça havalanan siyah kıvırcık saçlarını tuzdan arındırmalı, okşamalı. Gözlerinde oynaşan güneşi yakalamalı, ellerine tutuşturmalı. Sandalyelerde terk edeceği adamlar hakkında uyarmalı onu. Havuzlar, kuleler, çiçekler, komşular hakkında.
Yetişemiyor.
Mayosunun yeşil parlaklığında büyüyen kırmızı leke kadar hızlı olamıyor. Beş yaşın bacaklarını, çıtırdayan bacaklarıyla yakalayamıyor.
Kendime yetişemiyorum ki ben.
Bakıyor. Parçalanmış tabanları yapışkan, ağır, gaileli kanıyor. Bir adım daha atsa.
Kayıyor. Yine.

1 yorum:

  1. Bence tasvirler ve anlatimlar cok guzel, cok hos.
    Insani etkileyen ve farkli yonlerde dusuncelere sevkeden bir kalem.
    "Degisik bakis acilarina sahip olmak isteyenlerin", mutlak suretle okumalari gerektigi dusuncesindeyim.
    Basarilarinin devami temennisiyle...........

    YanıtlaSil