"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

16 Kasım 2011 Çarşamba

Gitmelerin Öyküsü


Arzu Eylem


Günün birinde “Gitmeden yazamam değil mi gitmelerimi” (s.89) derse bir yazar, inanmayın. Çünkü yazar için gitmek kelimelerle yol kat etmektir. Dolaşmaktır yaşamışlıkların, hikâyelerin arasında. Hatta bazen bir öykünün içinden geçmek, bulunan ilk köşeye kıvrılmaktır...  Bazen uzun uzun bakmaktır gitmek,  gidenlerin ardından.  Durduğu yerde gitmek istiyorsa yazar kelimelere sarılır… Günlerce gitmelerini yazar… Adı gitmeler güncesi olur.

İlkiftar Ezberci’nin ilk kitabı gitmeler güncesi,  pek çok yazınsal türün bir araya getirildiği öykü kitabı. Kurguyu bütünleyen ve öyküleri buluşturan anlatı tekniği.  Metnin isimsiz anlatıcısı, şiirden mektuba, fotoğraftan müziğe, felsefeden siyasete pek çok tartışmaya girerken aynı zamanda da öykülerini kurar. Zaten metnin ana izleğini düzenleme fikri oluşturur. Yaşamın, yazının, düşüncenin düzenlenmesi, karşıtı olan dağınıklıkla birlikte ele alınır. Bir başka deyişle belki de edebiyatta alışılmış biçimle onu reddeden yazma eylemidir konu edilen…  Bir yandan kural koyarken diğer yandan o kuralları kendi anlattıklarıyla yıkan; kuralsızlığı savunurken kendi kurallarını yaratan biri gibidir metnin anlatıcısı.

Dağınıklığı yaratan monologlar ve zihin akışıdır. Yazar bu dağınıklığı düzene koymak içinse tek yanlı diyaloglar kullanır ve karşımıza anlatıcının dışında biri daha çıkar: Hatice Hanım. Anlatıcıyı çizdiği dünyaya dair düşüncelerinden, Hatice Hanım’ı ise anlatıcının ona seslenişinden tanırız. Buna rağmen yazar kişileri belirgin kılmaz. Hatice Hanım hakkında tek bildiğimiz anlatıcının eviçi yaşamını düzenlemesine yardımcı olmasıdır. Sadece ev işlerine mi? Metnin geçişlerine de Hatice Hanım yardımcı olur sanki. Yazar dağınıklığı sezdiği an, başka bir anlatıya başlayacağı zaman ona seslenir. Ve anlatı zamanına dönülür. Anlatıcı yazdıklarıyla arasına özellikle mesafe koymaya çalışmaz fakat kişisel olanı anlatırken kalem sürekli dışarıya taşar.



Hatice Hanım’la kurulan tek yanlı diyalogların her biri ayrı bir gidiştir. Hatice Hanım’ın pencereyi kapatmasıyla,  gitmelerin kapısı aralanır. Anlatıcı odasındaki anıları anarak başlar defterini doldurmaya. Ve tabi ki geçmiş girer ilk o aralıktan. Anımsanan geçmiş yaşananların yeniden kurgulanışı gibidir. Gerçeklikse anıların arasında şaşı bakan biri... Anılar serpiştirildikleri sayfalarda yeni bir gerçeklik kazanır. Bu yüzden anlatıcı-yazar günlük demez yazdıklarına,  günce’dir adı. Gün nasıl istiyorsa, o gün nasıl hatırlanıyorsa öyle yazılacaktır metin. Zaten o ellerine güvenen bir yazardır. Kişisel olanla olmayan arasındaki ayrımı önemsemeyişi belki de bundandır. Kendinden çıkar yola, uzaklaşır gıcırdayan kalem hatırladıkça. Düşünür gibi, düşünce gibi… Hatırlanan hiçbir şey bilinçaltı değildir ona göre. Bu yanıyla Freud’la ayırır yolunu. Yolculuğun zaman zaman felsefe, şiir ve edebiyat tartışmalarıyla süreceğinin ilk belirtisini verir. Fakat mutlak doğrular çizmemeye özen gösterir. Bunu da dille yaşama geçirir. Dil bazı yerlerde anlatılanın karşıtını kasteder. Böylece söylemle yazı arasındaki fark da ortaya konmuş olur.  Yazmak her anlamda bir yaratım süreciyse eğer, yazar yeni bir dünya yaratmakla kalmaz; kendini, geçmişi, düşünceyi her seferinde yeniden yaratır. Bu bir nevi düzenlemedir.

“Ben hep elime güvenirdim yazarken. Düzeltmezdim kendimi. Düzeltirsem, beni yazdıklarımdan görecek biri varsa, düzeltmiş olanı görecekti. Ben ve düzeltilmiş ben arasında cereyan edecek hiçbir şeyden haberi olmayacaktı kimsenin.” (s.7)

Bu cümlelerdeki –di’li geçmiş zaman yazarın söylediğinin şu anki fikri olmadığını gösterir. Türler arasına kalın çizgiler çizilemeyeceğini kendi söylemini de yalanlayarak sürdürür. Böylece yazma eylemini öznelleştirir. Düzenlenmiş yazı anlatıcıya göre bir zamanlar riyakârca bir iş gibi görünürken, şimdi o da yazdıklarını şekillendirmektedir. Çünkü yazı kişinin geri dönüp geçmişi düzenlemesinin bir yoludur. Yazılmış geçmiş, hiçbir zaman yaşandığı haliyle kalmayacaktır. Bu yüzden kalemi tutan ele güvenmekten başka yol kalmaz.  Fakat sözcükler düşünceden daha yavaş ilerler. Tüm bu monologlar yazarın yazacaklarına dair tartışmaları gibi dursa da, o ilk sayfayı çoktan doldurmuştur. Yazma eylemi düzenlemeyi yenmiştir. Bundan sonrası kaleme kalmıştır, bir de o günün isteklerine.

Bu arada Hatice Hanım da evi düzenleyip tertiplemeye devam eder.  Anlatıcı buradan kadının toplumda konumlanışından, insanların adlandırma ihtiyacına; boş zamandan gözden düşen şehirlere doğru uzanarak zihni kâğıda döker.  Her sayfa yeni bir başlangıç gibi durur önünde, yazılmış onca sayfaya rağmen. Temalar arasında neden sonuç bağı kurmak zorunda hissetmez çünkü Hatice Hanım’a güvenir.

“ Dünyanın etrafında dönerek aynı noktaya varılacağı bilinir. Sürekli aynı yönde giderek ve rota sapması olmadığı sürece başlanan noktaya gelinebilir. Ama aynı noktaya gelince değişen nedir? Yaşanmışlıklar mı? İyi de yaşanmışlıklardan memnun değildir ki yaşayan aynı yere gelmiştir. Gidip bir daha gelinmeyecek bir yer var mıdır?” (s. 13)

Dönüşlere çoğu zaman vaktinde söylenmemiş sözler neden olur. Geçmişin hafızanın etrafında tur atmasının nedeni belki de bu yüzdendir. Böylesi bir hafıza insanlardan “onlar” diye bahsetmesine neden olur. Heidegger’in deyimiyle anlatıcı sanki onlar’ın içinde kaybolmaktan, kendi olamamaktan ya da kendini unutmaktan korkar.  Anlatıcı Hatice Hanım’la beraber sokağa çıktığı bölümde koyar onlar’dan ayrımını. O, dünyaya farklı bakmaktadır; farklı bakışlar, gözler aramaktadır.

“Kendimi hem onlardan hissedip, hem onları gözetleyen bir yazar kimliğiyle dolandım durdum.” (s.15)

Yazarı istemese de öteki kılan yandır bu. Yaşamakla yazmak arasındaki diyalektik bağ, yazar açısından çoğu zaman yanlılaşır. Yazar, ihtiyaçlarını yazmak üzerine kurar ve para yerine cümle biriktirir. Ama onlar’sız da yapamaz. Çünkü onlar’ın ağzıından çıkacak,  gözlerinden düşecek hikâyeler bekler.  Yaşamsa sanki  onlar’ın gözüne mil çekmiştir. Yazar göz göze gelmeye çalışsa da, onlar çok şey görmek istememektedirler. Oysa hikâye kaçıran gözsüzlerin, neden gözlerini kaybettikleri meselesi tek başına hikâyedir. Böylece yazar-anlatıcı yazmaya dair ipuçları vermeye devam ederken, dışarıdaki dünyayla kendi dünyası olan edebiyat arasındaki sınırları da göstermiş olur.

İlla ki gitmek istiyorsa insan, mutlaka bir neden bulur madem, öyleyse yazmak isteyenin her şeye rağmen bahane yaratılabileceğini anlatır sanki.  Öyle ki bir fotoğraf, çalan bir şarkının anımsattıkları bile gitmelere vesile olabilir. Bunların hiçbiri yoksa da oturup bir öykü kurmalıdır yazar.  Bunların hiçbiri Ezberci’nin kaleminden doğrudan düşmez. O okurun anlaması için anlatının arasına sadece gidişlerin öncesini ve sonrasını birleştiren öyküler yerleştirir. Yaşanan monologlar yazılmaya hazırlanan bir öykünün malzemesi oluverir. Sanki yazar öyküsünü okurla paylaşarak tasarlar.

Her gidiş de türler arasında da bağ kurar fakat bunlar gelişi güzel geçişler değildir. Örneğin “Köylünün Derdi” öyküsüyle o ana kadar anlattıklarını toparlarken, bir sonraki anlatıya da zemin hazırlar. “Tulumcunun Hikâyesi”, geçmişe ait mektuplar, Anadolulu Hoca’nın öyküsü yerinde ve zamanında metne dâhil olurken, çıkan bir kaza haberi bir anda gündemi değiştirip, yazarın yazmak istediklerini bölebilir. Çünkü yazar dışarıdan da kopamaz.  

Yaşanmışlıklar aktarılırken, anlatıcı kendi yaşamına dair ipuçları sunar.  Örneğin şiiri tartışırken şiirle arasındaki bağı da anlatır.

“Hiçbir şiirimi atamıyorum. Hepsini çok seviyorum. Yeriyorum, savaşıyorum, bazen sinirleniyorum onlara, öfkeden kuduruyorum ama değiştiremiyorum. Çok bariz dikiş hataları hariç dokularına dokunmayı reddediyorum. Çünkü onlar benim yaşamışlıklarımın belgeleri.” (s.34)

Özü fırtına olan bir şiirde, her imge bir tufan olmalıdır." (s.31) diyen Aragon’u anarak, şiirin tarifsizliği üzerinden yine yazma sürecine gönderme yapar. Neyzen Tevfik’ten, Edip Cansever’e, Orhan Veli’den Ezberci’nin kendi şiirlerine doğru gezintiye çıkarız. Yazarın gidişleri kendi yazma serüveninin özeleştirisi gibi de durur. Kişisel olanın ne ölçüde kişisel kalabileceğini, yazarın içinde yaşadığı toplumdan kopamayacağını sezdirir bize. Şiirin ardından ölümü tartışır örneğin.  İnsanların ölüme ağlaması meselesi bu tartışmanın özü gibi durur. Çünkü onun insanda aradığı biraz da hiçliktir. İnsan ölümün karşısındayken bile kendisine ağlar. Yüceltilmiş varlık, insanın sevme duygusunu bile ele geçirmiştir. Bu da yaşamı çelişkili kılar. Denizin, suyun ve oksijenin kardeşliği üzerine edilen sözlerin ortasından kapkaççıyı kovalayan polis geçer. Böylece anlatıcının idealizmi çaresizliğe dönüşür. Ölümle şiir arasında da bağ kurar. Öyle ki ona göre şairler kelebek gibidir, İlhan Berk’in dediği gibi “Her kitap şairin cesedidir.” (s.32)

Belki de metnin ortalarında araya giren doktordur gidişin sebebi. Dünyayı dolaşmış bir edebiyatçı olan anlatıcının yaşam yolunda sona yaklaştığını sezeriz, hasta olduğunu söylediğinde. Kendi yaşamını sunarken, yaşamların özetini koymak ister sanki ortaya. Yazı bir yerde de ölümsüzlüktür çünkü. Ne siyaseti ne şiiri ne de ölümü getirmez önümüze, bizi onlara götürür. Kimi zaman Cansever’in masasına oturtur ya da denizin kıyısına, denizi almadan dönsek de.  Dalgaların sesinden bir şarkı dinlemeye... Sonra insana gideriz, onu et parçası olmaktan ayıran sevgiye, karşılıksız sevmek için o sevgiyi dağıtmaya. Bazen vahşetin ortasına gideriz, savaşa… Satranç oynarız Timur’la… Şah-Ruh oluruz. Bazen sevgiliyi öpmeye gideriz. “Kalbime dokunmadığı sürece öpmelerinin bende sadece kar üstünde kapanan izleri kalır”(s.62) der, aşka sonra. Parçalardan bütüne doğru kabullenmeye gideriz. Yetmedi mi Kırşehir’e gideriz, nefes alışverişimizi duymak için. Jung’a gideriz, eski dost Zafer’e, Asaf Hâlet Çelebi’ye, Orhan Veli’ye… Olmadı, hafızaya gideriz. Geçmiş defterlere uzanırız. Marquez’in daktilosu çıkar belki önümüze. Çünkü istese de istemese de hep yazmaktır onun yolu. Öğrenmek yetmez, çünkü uygulanmadığı(yazmadığı) sürece unutulur gider her şey. Unutulana gidemeyiz. Gitmeler durur, Perge’deki sütunların çalınması üzerine bir teyzeyle sohbet edip etmediğimizden emin olamayız, unutursak.  Yoksa tüketimin dünyasına gideriz, oradan ihmalkârlığa… Bir bant parçasının ölüme çıkardığı davete katılırız. Küçük şeylerden büyük şeylere varırız. Sonra defterin bitmeye başladığını fak eder, gidecek yer bulamaz, dururuz, yeni bir sayfa açmadan önce bir sonsöz okuruz.

“Her defter sadece kendi dönemine tanıklık etmelidir. Onlara sınır çizmezsen bir sürgite kurban edersin. Ben de senin sınırlarını çiziyorum günce.” (s.89)

Söylenen sonsöz olan “Matruşka” öyküsü,  gitmeler güncesi’nin yazarının görüp görmediğimiz yüzlerinin birleştirir. “Alıngandım o zamanlar”(s.90) diye başlayan cümle, vitrin vitrin dolaştırır anlatıcıyı onlar’ın arasında. Vitrine çarpıp dönen ardışık yüzleriyle tanışır böylece. Avarelikten matruşkalığa giden yolda ne öfke kalır ne de alınganlık. Bu yitiriş midir, vazgeçiş mi? “İhtiyat” der geçer yazar. Şimdi gerçekten gitme vakti gelmiştir. Tüm yüzlerini bize bırakır giderken. Çünkü gitmeden yazamayacaktır  gitmelerini. Ama inanmayın siz. Çünkü Matruşka der ki:

“Ayakkabı sahibi olması gereken yer kalbimizdir. Çünkü en uzak ve en çetin yollara o gider.”(s.93)

İlkiftar Ezberci/ Gitmeler Güncesi (Komşu Yayınları/Öykü, İstanbul Mayıs 2009, 1.
Basım, 93 Sayfa)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder