"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

5 Haziran 2011 Pazar

Behzat Ç. Vagonu ile Anakaraya Bir İki

Süreyyya Evren
Sıcak Nal, Mart-Nisan 2011, sayı 7, Takip.

   Gül Yaşartürk'ün bu sayımızda yer alan Bir Antikahraman Olarak Behzat Ç.’nin Portresi yazısının açtığı kanalı vesile ederek ben de bir iki Behzat Ç. notu düşsem diyorum. Behzat Ç.'yi bir dizi olarak ya da bir polisiye olarak değerlendirebilecek durumda değilim. Bir dizi olarak Türk dizileri furyasının sıradışı bir örneği olduğunu duyuyorum, sektörün genel teamüllerini takmadığını, ayrıksı bir yapım olduğunu, dirençlere rağmen varolduğunu işittim. Ayrıca polisiye dizilerimiz içinde de en gerçekçisi olduğu ve yeni bir polisiye dizi çerçevesi çizdiği söyleniyor Türkiye için. Ben dizinin bu ve benzeri hasletlerinden çok Behzat Ç. dizisiyle bize nasıl bir değerler kümesi sunuluyor, hangi yargıların işlediğini hangilerinin işlemediğini görüyoruza şöyle bir bakalım diyorum.


     Öncelikle halkçı bir dizi Behzat Ç. Halkçı bir pozisyon alıyor hemen her konuda. Bu Kalp Seni Unutur mu? dizisinin erkenden elimine edilişi düşünüldüğünde devrimci temalara fazla tahammül olmadığı açık. İşin ilginci, Bu Kalp Seni Unutur mu? doğrudan bugüne yönelik halkçı/solcu/devrimci mesajlarıyla sivrilmiyordu. Bir dönemin devrimcilerine karşı devletin suçlarını deşifre ediyor ve bugüne gelen yolun döşenişine kişiler üzerinden bakıyordu. Behzat Ç. ise bugünün meselelerine girebiliyor ve girmesine rağmen daha az tepki çekiyor. Nedendir? İşte burada halkçılıktan başlayan bir formül devreye giriyor.

   HES'tir, gecekonduların yıkımıdır, kot kumlamadır, Hrant Dink suikastıdır, dergi dağıtırken vurulup öldürülen solcu gençlerdir, sıradan bir nümayiş için yola her çıktıklarında coplanıp tutuklanan solculardır, siyasi şubenin terörle mücadelenin güvenilmezliğidir, komplolarıdır, hepsi işleniyor Behzat Ç.'de. Hatta bir kısmı eğitici bir biçimde işleniyor, sorunun kaynağı, boyutları öğretici bir dille aktarılıyor ve ezilenden/devrimciden yana çok net taraf alınıyor.

     Diziyi sanırım dengede -ve yayında- tutan öğe bu taraf almanın 'bilinçli solcuların' perspektifi gibi ortalama beğenimiz ve sansür mekanizmalarımız açısından 'irrite edici' bir perspektif aracılığıyla değil ama belirli bir lümpenliğin 'sahicilik efekti'ne sahip cinayet masası polisleri aracılığıyla verilmesi. Dizide Bahar'ın devam ettiği sosyalist dergide kendini var etmiş bıyıklı komünist figür tarafından dillendirilse seyircinin tepkisini çekecek ve “gene mi bu laflar” dedirtecek (ya da böyle bir sonuca yol açacağı varsayılan) sözler, siyasi bilinci olmayan ve fundamental insani değerlerle hareket ettiği de bu yüzden veri kabul edilebilen 'sahici' polislerin ağzından çıktığında inandırıcı olabilmektedir (ya da böyle olacağı varsayılmaktadır).

     Halkçı mesaj bize açıktan bir erkek egemenlikle, kaba sabalıkla, kültür karşıtlığıyla kendini tanıtıyor. Bu nokta kritik çünkü neyin hakiki olduğunu neyin yapmacık olduğunu, neyin gerçekten insani bir değerle dillendirilmiş bir yorum olduğunu, neyin solcuların demagojisi ve amaçlı propagandaları olduğunu anlamamız için bize bir çizelge veriyor. Buradaki varsayım; küfürün, şiddet eğiliminin, dan dunluğun sahicilik olduğuna, inceliğin, kibarlığın, düşünceliliğin yapmacıklık olduğuna dair kalıplaşmış derin Anadolu mesajına dayanıyor. 

     Behzat Ç.'de kadınlar çok büyük baskı altındalar. Behzat Ç. cinayet masasına hiç kadın alınmamalıydı görüşünü dile getirebiliyor. Saçmalık olarak anabiliyor cinayet masasına kadın gönderilmesini. Daha sonra bu kadının (Eda) diğer polisler gibi sokağa çıkmak, sahaya inmek, bizzat soruşturmaların içinde yer almak istediğini görüyoruz ama bu isteği ya amiri tarafından engelleniyor ya da hayat tarafından -bir kere çıkmaya kalktığında hemen tacize uğruyor mesela. Ama Eda sokağa çıkmamakla tacizlerden kurtuluyor denemez, tacizlerin tipi değişiyor en fazla. Eda'nın işyerinde uğradığı tipte tacizleri Mad Men dizisinde gördüğümüzde vay be 60'ların kültür devrimi gelmeden önce dünya ne acayip yermiş, kadınlara işyerlerinde ne biçim davranılabiliyormuş diye seyrediyoruz. Daha doğrusu böyle bir amaçla o sahnelerin Mad Men'e konduğu anlaşılıyor. Ancak Mad Men'den sonra Behzat Ç.'ye geçtiğimizde birden bu tür işyeri tacizlerinin tüm sıradanlığıyla sürdüğünü görüyoruz. Eda'nın 'modern erkek' sevgilisiyle ilişkisi, lümpenlerin aynı Eda'da gözleri olmasından tutun genel olarak yukarıdan bakma hakkını kendilerinde görmelerinden dolayı onaylamadıklarından, süremiyor rahatlıkla. Hem sevgilisi hem de Eda bu ilişkiyi özgürce yaşayamıyorlar. Ciddi baskı altındalar ve bu baskı meşru -çünkü çocuk 'modern', yani tam bir 'erkek' değil. Metroseksüel. Aslında Selim de gerçek anlamda 'modern' bir erkek değil ama cinayet masasında düşmüş ortalamalar, yakışıklılığı, düzgün giyinmesi ve küpesi onu öyle sunmalarına yetiyor. Ancak evlenme ilanıyla rahat bırakıyorlar. Dexter'da da Miami polisinin cinayet masasını izliyorduk. Hani mesele cinayetse diye söylüyorum. Orada 'amirim' rolünde bir kadın var (Maria LaGuerta), en çarpıcı fark olarak bu konuda. Dexter'ın kızkardeşi Debra Morgan küfüre karşı değil aksine ağzı bozuk bir kadın olduğundan o konuda karşılaştıramıyoruz ama işyerinde ilgi duyduklarıyla kendi arzusuna göre ilişki yaşayabildiği, kimsenin ona yukarıdan, denetlenmesi meşru bir öğe sayarak bakmadığı aşikâr. Sözgelimi 'erkek kardeş' olarak Dexter'ın hiç onaylamadığı, hatta nefret ettiği bir polisle ilişki yaşadığında, Dexter sadece sıcak davranmamakla yetiniyor ve hoşnutsuzluğunu belli ediyor. O kadar. Dexter harika biri olduğundan veya senaryo yazarları çok özgürlükçü olduklarından değil. Akıllarına bile gelmemiştir. O kadar çünkü o kadarı meşru orada. Bizde daha fazlasının meşru olduğu Behzat Ç.'de görülüyor. Harun'un kızkardeşi Harun'un ofisinden birisiyle, bırakınız cinsel münasebeti, 'internetten chat arkadaşlığı' kurmayı bile gizli saklı yürütmek zorunda, saklanarak, kaçamak bir şekilde bu sanal ilişkiyi yürütmesi son derece normal karşılanıyor. Dizinin ilerleyen bölümlerinde bu ilişki kuvveden fiile döndüğünde (tabii gerçekten fiile değil) Harun'un kıyameti koparmasına da çok normal gözüyle bakılacağı aşikar.

     Behzat Ç.'de, boşanmış ve iki çocuklu bir kadın olan Bahar'ın cinsel hayatı, 13 yaşındaki oğlu ve kimbilir kimlerle neler yaptığı hiç sözkonusu edilmeyen ve daha önce Bahar'a korkunç şeyler yaşattığını geçerken öğrendiğimiz eski kocası tarafından denetlenebiliyor. Bahar'ın Behzat ile birlikte olma arzusunu bu iki erkek otorite -biri her ne kadar çok genç olursa olsun gene de bir erkek olmanın verdiği yetkiyle- bastırıyorlar. Bahar da bu ezilmeyle başedebilmek için Behzat'ı aslında kendisinin de istemediğini düşünmeye zorluyor kendini, Behzat'ın bugünkü pratiğinin görünüşte tam zıttı olan, çoktan rafa kaldırdığı tozlu sosyalist kimliğini geri indiriyor ki Behzat'la başka dünyaların insanları oldukları için birleşememiş olduklarına kendini inandırsın. Bahar'ın eski kocası Behzat ile evlenmeyi düşündüğünü öğrendiğinde pat diye Bahar'ın işyerini basıp paldır küldür ders verdiği sınıfına dalabiliyor. Bu kadar uç bir vandalizm örneği Behzat Ç. atmosferinde makulmüş gibi yaşanıyor. Dizi bir yandan karısına çektiren, her gece döven kocalara karşı bir pozisyon alırken bir yandan da aynı kocaların ayrıldıktan sonra dahi erk alanı olarak eski eşlerini gördükleri sistemi destekliyor (Bahar'ın da eski kocasından şiddet görmüş olduğunun ima edildiğini hatırlıyoruz). Aslında bir çelişki yok. Erkek, denetiminde tuttuğu kadını 'kötü yönetirse' suçlu oluyor -mesela ıskartaya çıkartırsa- yoksa yönetme emelinde bir problem yok. Adam gibi yönetmeyi bilecek. Mesele bu.    

    Eda cinayet masasında apaçık sekreterleştirilmiş durumda ve sekreter olarak rolünden gurur duyması isteniyor. Onun yokluğunda bir günde masa tanınmaz, dağınık, pis, berbat hale geliyor. Sekretarya işlerinin hepsi aksıyor. Dolayısıyla Eda'ya sen de aslında önemlisin deniyor -ama bir sekreter olarak. Kadın önemli -ama yerinde. Erkek işine karışmadığı sürece.

     Modern erkeklerin cinayet masasında komedi unsuru olmaları, sürekli aşağılanmaları, hor görülmeleri, yer yer dövülmeleri de gene bu bakışla birleşiyor. Kültür ve modernlik kadınlarda sahici olabiliyor -mesela edebi bir roman okuyan Eda'da. Şule'yi de sürekli kitap okurken görüyoruz ve buna saygı duyuluyor. Tabii 'tımarhane'de tanışılan biri olması da mühim Şule'nin. Şule'deki delibozukluk, okuryazarlık, modernlik, bir erkekte olsa onu rezil rüsva edecek şeyler. Felsefe okuyor olması da zaten deliliğiyle birleştiriliyor ve ona bir tür alternatif kadınsı bilgelik alanı açıyor. Erkekte görüldüğünde tükürülecek özellikler olarak çiziliyor bunlar: Pavyonlarda romanı için gözlem yapmaya giden, annesinin kredi kartını kullanan, uzun saçlı, içip içip dağıtan, konsomatrislerin istemeden ölümüne yol açan zavallı yazar tiplemesi gibi. Behzat bu yazarın yüzüne birkaç kez “salak” diye hakaret ediyor ve aşağılıyor onu. Bu aşağılama seansı dizinin toplam önerisiyle çok uyumlu: erkek adam gibi erkek olacak, evliyse düzgün bir hayatı, ailesi olacak, karısını kızını adam gibi denetleyecek, yalnızsa erkek arkadaşlarıyla gerçek bir yoldaşlık ilişkisi geliştirecek, şiddetten kaçınmayacak, ve bu çerçevede kültür ile ilgilendiğinde de kültürü de aynı netlikte kullanacak, marjinalliklerle işi olmayacak, siyasi davasının saygın kişisi olduğu sürece kabul edilebilir kalacak. Dizide Hrant Dink suikastı anılırken sembolleştirilen öldürülen yazar Barış Öncü'nün de evi kitapla dolu ama o düzgün bir adam. Bir aile babası, kızı için para yatırıyor, karısıyla normal bir ilişkisi var vs. Bir insanı hakiki, sahici yapan bütün yaşamsal kodların muhafazakâr yaşam kodları içinde yer aldığını öğreniyoruz bunlardan. Hakiki biri metroseksüel bir erkek gibi cinayet masasında (Akbaba karanlığı ile örtmediyse) küpe ile veya takım elbiseyle dolaşmaz. Hakiki bir yazar bonus saçlarıyla gözlem yapacağım ayağına pavyon karılarının peşinden sürtmez. Hakiki erkek önüne konulan dosyayı okumaz, dosyayı kadınlar okuyup ona özetler, o da dosyada adı geçenin boğazına yapışır.  

    Öte yandan, karakola sığınan (ıskartaya çıkartılmış) kadını karakol görevlilerinin barıştırma niyetiyle 'başarısız yönetici' gaddar kocaya geri vermelerinin eleştirisi son derece başarılı ve yukarıdaki diğer halkçı temalar gibi ezilenden yana. Ahlak ortalamasının ailedir ne olsa yeridir alışkanlığını kırıyor ve bir noktadan sonra meselenin artık aile içi bir mesele olmadığının tanınmasına bizi taşıyor. Buraya kadarı dediğim gibi iyi ve Türkiye algı ortalaması için ileri, hatta yükselen muhafazakârlıkla beraber kadına yönelik şiddetin ciddi artış gösterdiği ve her yıl yaklaşık 1000 kadının eşleri veya sevgililerince veya eski eşlerince kısacası üzerlerinde yetke sahibi olduklarına inanan erkeklerce öldürüldüğü bir ülkede yaşadığımız düşünüldüğünde hayati de bir nokta. Ancak o kadının arzuları olsa ne kadar meşru görülür orası ayrı.

    Cinayetlerin üzerine kopuk bir birim olarak gidebilmelerinin sebebi de çeteyi oluşturan bütün öğelerin saplıkları olarak gösteriliyor. Evli barklı polis müdürleri Behzat ile dışarı çıktıklarında iki dakika rakı bile içemiyorlar. Normalize olmuş durumdalar. Yükseliyorlar, başarılı oluyorlar, ama kaybedecekleri de çok şey var, cinayetlerin üzerine de gidemiyorlar, hatta onları katillerden fiilen kurtarması gerekiyor Behzat Ç.'nin. Çete içindeki polislerinse hepsi yalnız tabanca, iş odaklı bir hayat sürüyorlar, gece gündüz her an göreve hazırlar. Sürekli irtibat halindeler ve en ufak bir gelişmede anında organize olmaya çok alışkın oldukları gibi sıklıkla da gece gündüz birlikteler. Sürekli depresif bir modu paylaşarak diken üstündeliklerini koruyorlar ve olaylara anında refleks gösterebiliyorlar. Hayalet, Akbaba gibi müstear adlar kullanmaları rastlantı değil -yaşamdan çok ölüme yakınlar. Ölüme yakınlık onları cinayetlere de yakın kılıyor. 

     Tabii Behzat Ç.'ye reklam kuşaklarıyla doldurulabilmek için aşırı uzatılmış ve bu aşırı uzatmayı gereksiz durgunluk ve şok edici şiddet sahneleriyle toparlama formülüne bağlı dizilerden diye de bakılabilir. Ama sanırım bu dizide şiddet oranı daha yüksek. Çetenin soruşturma yürütme biçimi oradan oraya sürüklenmek biçiminde gelişiyor. O insandan bu insana gidiyorlar. Çok sayıda örnekle kafamıza kakıldığı gibi metroseksüel polislerin kibar sorularına herkes yalanla veya gerçekleri saklayarak cevap verirken iki dayakla herkes gerçekçileşiyor. Öyle ki kibar polisleri sadece dövmedikleri için reddetmiyor sorgulananlar, ayrıca ciddiye de almıyorlar. Sahici bir polis sorgusu gibi gelmiyor. Bu ciddiyetsizlikten hatta sıkılıp bir an evvel işlerinin bitmesini istiyorlar. Daha da ötesi: sanki bir an önce gerçek bir polis tarafından sorgulanmak istiyorlar! Sanki gerçekleri söylemek, olanları anlatmak, suçlarını itiraf etmek istiyorlar ama karşılarında adam gibi bir adam, polis gibi bir polis, kodu mu oturtan biri görmek istiyorlar ki söylediklerinin de ciddiye alınacağını, anlaşılacağını, bir suçlu olarak dahi olsa kimliklerinin tanınacağını hissetsinler. Metroseksüel polislerin sorgularında kimse gerçeklik hissi yaşayamıyor. Bu da derin Anadolu insanı olarak bizim uygar dünyayı ve dili, bizim özümüzün 'yeri'ne yabancı, bizim özümüzü de modern dışında bir yere ait olarak tanımlamaya alışmış, dolayısıyla modern dilin her kullanımının bizim gibi özlere sahip insanlar için yabancılaşma ve sahiciliğin yitimi anlamına geleceğine inanan çerçevelemenin bir sonucu elbette. Despotizm mesela hiçbir zaman züppelik, snobluk, özenti bir davranış sayılmıyor -despot Anadou erkeği özüne uygun davranmış ve sahici varsayılıyor. Böylece modernliği Avrupa'nın özü gibi gösteren ve dünyanın geri kalanının Avrupa'ya ait bu kalıbın içine zamanla gireceklerini iddia eden Avrupamerkezcil kurgu sanki Batılı değerlere direniliyormuş gibi yapılırken tersten onaylanıyor. Sorgu yöntemlerini eğitim kitaplarından öğrenmeye çalışmalarıyla da dalga geçiliyor zaten. Sorgu sorgu teknikleriyle yapılan bir şey değildir: sahici olmakla yapılabilecek bir şeydir mesajı alıyoruz. 

    Kanunsuz polisin en iyi polis olacağı teması yeni bir tema değil elbette. Clint Eastwood'un Dirty Harry'leri akla geliyor öncelikle. İşin ilginci, Eastwood apaçık sağcı bir mesajı yaygınlaştırmak adına bu işi yaparken Türkiye'de sol mesajların sıkça görüldüğü bir dizide aynı yaklaşımla karşılaşıyoruz. Şuna kuşku yok: polislik işinin en iyi kanunsuzlukla yapılacağı, hırtlıkla başarıya ulaşabileceği, kuralların, sınırların, usüllerin, yordamların polisi başarısızlığa mahkum ettiği, son tahlilde suçluların işine yaradığı teması sağ bir temadır. Hem polisin sistem içindeki rolünü sağ bir mercekten yansıtır bu tema hem de polisin perspektifini sağ bir methiye ile idealize eder. Peki nasıl oluyor da Türkiye'de sol mesajlar sağ bir temayla flört halinde belirebiliyor? Bu tuhaflığın müsebbibi kısmen reyting kaygıları, dahası böylesi sol mesajların ekranda kalabilmesinin diyeti olarak düşünülebilir; ancak eski bir halkçılık geleneğimizin, ortodoksluğun yaşam tarzlarını en geriden müdafaa eden bir versiyonuna bağlılığın sol kültürümüz içindeki yerinin de hazır bir yerleşme zemini teslim ettiği aşikâr. Behzat Ç. dizisi de bu zemine yayılmakta sakınca görmemiş.  


    Dexter'daki Miami cinayet bürosuyla karşılaştıracak olursak olay yeri incelemelerinin çok geride kaldığı görülüyor. Ama başka bir açıdan Dexter'a benzetebiliriz Behzat Ç.'yi. Karakterler hep sabit. Herkes bir temsili rolü üstleniyor, ve bölümler birbirini izlerken kimse değişmiyor. Dexter'ın kızkardeşinin yaşadığı (evlenmeyi düşündüğü kişinin seri katil çıkması gibi) anormalliklerden sonra hiçbir değişim göstermemesi gibi, veya Behzat Ç.'nin Hayalet'i de Harun'u da yaşadıklarıyla dönüşmüyorlar. Vince Masuka nasıl aynı Vince Masuka olarak bütün Dexter yorganına yayılıyorsa Akbaba da aynı şekilde aynı rengi her bölüm aynı şekilde vermekle görevli diziye. Ama galiba kahramanların dönüşmesini The Wire kalitesinde işleyen fazla polisiye dizi de yoktur. The Wire da yine bir cinayet masası hikâyesiydi. Cinayetlerin çözülmesinin önüne geçebilen kurumlarla boğuşturuyordu bizi. Adalet arayışının çok geride kaldığı bir gündelik hayatın adalet sistemi içinde portrelenmesi ve bu sırada yaşananlara göre hayatı, karakteri, (Prez veya Carver gibi) işine ve çevresine yaklaşımı dönüşen figürler çıkıyordu karşımıza...

     The Wire'da da cinayet masası sıkı içicilerden oluşuyordu. Her gece her gece ya barda ya arabayla bir yol kenarında sonuna kadar içmek cinayet masasının çalışma düzeninin bir devamı gibiydi orada da. Ancak Behzat Ç.'deki kahramanların pis sakalları, (Harun'un aslında herkes adına sık sık dillendirdiği) dışlanmışlıkları sıkı içiciliğin onların üzerinde farklı durmasına yol açıyor.

   Behzat Ç. ve adamlarının içki içişlerinin yorumlanışıyla Mad Men'deki reklamcıların içki içişlerinin yorumlanışı arasındaki fark da dikkat çekici mesela. Mad Men'deki reklamcılar çoğunlukla viski içiyorlar, ve dahası işbaşındayken sürekli içiyorlar. Ama Behzatlar bu sebeple negatif terimlerle kolayca anılırken Mad Men'deki içkicilik bir hayat tarzı gereği gibi görünüyor.  Hatta neredeyse onların elit hayatlarının bir simgesi.

     The Wire'daki gerçekçiliğe Türkiye'de izin verileceğini iddia etmek sanırım abes olur, biri böyle bir diziye kalkışsa bile. Artı bütün The Wire kurumların kendi evlatlarını harcaması üzerine kurulu. Son derece güçlü bir kurum karşıtlığına dayanıyor. Bizde bu altı doldurulmayan bir duygu olarak yapılabiliyor: hepimiz kenarından köşesinden biliyoruz ki kurumlar güvenilmez. Ama neden, nasıl? Hangi iktidarla hangi iktidar gücüyle hangi işbirliği yüzünden, hangi güç ilişkileri yüzünden, hangi motivasyonlar dolayısıyla?

    Behzat Ç. ülkemizde bunların ele alınmasını engelleyecek ağır tabular zinciriyle karşılaştığında kaçmak yerine alternatif bir yol deniyor gerçekten de; sürekli otoritenin, iktidardakilerin, iktidar kurumlarının, resmi kurumların güvenilmez olduğu sezgisini besliyor, bu güvenilmezliğin tam olarak nasıl işlediğini ortaya sermiyor ama bizim -yani sokaktaki insanın- kafamıza nasıl indiğini açıktan hatırlatıyor. Halkçılık bu noktada mesajına sahicilik efekti veriyor, seyircideki 'gizli solculuk mu var' paranoyasını böylece aşıyor. Sistemin kötü kokular saldığını, Türkiye Krallığı'nda çürümüş birşeyler olduğunu defalarca söylemek mümkün oluyor böylece. Zenginlerin ve erk erbabının sistemi oyuncaklarına çevirdiklerini, adaletin yalan olduğunu, yasaların yalan olduğunu, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, gerçeğin ancak bir tür nihilizmle başedilebilecek ağır bir kabus olduğunu anlatıyor. Ve bu kabusla da her günü kabus içinde yaşayan, sistemle uyumsuz, dahil olamamış, bir sivri erkekler kümesi mücadele edebiliyor sadece. Sisteme karşı öfkenin haklı olduğunu farklı vesilelerle kabul etmesine karşın bu öfkeyi destekler gözükmekten de kaçınıyor. Onun yerine bir ümitsizlik içinden konuşuyor. Öfkesini kanalize edecek bir siyasal bilinci de reddediyor diyebiliriz. Dolayısıyla öfke hedefini şaşırmış bir şekilde polis telsizinin başında umutsuzca bekliyor -yeni bir cinayet çıksa da içimizdeki öfke onun peşinden insandan insana savrulsa diye. Çünkü cinayet çıkmadıkça, azıcık bile zaman geçse, öfke birbirlerine ve kendilerine yönelmeye başlıyor. Sistemi köşeye sıkıştırdıkları anlardaysa küçük bir kaymayla birden kaderi suçlamaya başlıyorlar. Halbuki kaderin terkedilmesi öfke ile barışılan bir momente de sevk edebilirdi bizi...

   Öfkenin ne kadar sağlıklı olabildiğini Tunus'ta, Mısır'da daha yeni gördük. Behzat Ç.'nin filmi de çekilecekmiş duyduğum kadarıyla. Sinema diziye göre daha özgür sayılabilir mi acaba; box office baskısı reyting baskısı kadar sınırlayıcı mıdır? Sanki biraz daha özgür olabilirlermiş ve öfkeyi daha rahat şaklatabilirlermiş gibi geliyor sinemada. Ama dediğim gibi, bilemiyorum da... 

1 yorum: