"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

16 Ekim 2010 Cumartesi

SICAK NAL İFTİHARLA SUNAR:

BAŞKA BİR ÖYKÜ MÜMKÜN!

Başka Yazarlarla Bir Soruşturma

Haz. Süreyyya Evren


  İlk sayımızdan beri başka bir öykü yazılıyor diyoruz ve bu fokurdamaya bir mekân haline gelmeye çalışıyoruz. Okuyucuların, deneyleriyle tanıştırdığımız kimi taze isimlere pek de aşina olmadıklarını gözledik. Bizi heyecanlandıran bu öykücülerin çoğu şimdilik kitapsız, aralarında çalışmalarını ilk kez Sıcak Nal’da yayımlayanlar da var. Mikrofonu hep bitiş çizgisine yakın tutmak bir fikir elbet, ama biz başlangıca yakın tutma fikrini de sevdik. Doğrusu, bakalım bu gençler ne istiyorlarmış şeklinde bir düzenleyici akıl ile değil de, acaba burada ne var, buradan ne geliyor diyen meraklı bir akılla sorduk sorularımızı. Ortaya elinizdeki bu ‘başka bir öykü mümkün’ soruşturması çıktı. Soruşturmaya katılan yazarlar Melida Tüzünoğlu, İbrahim Halaçoğlu, Umut Y. Karaoğlu, Uğur Büyüktezgel, Ilgın Yıldız, Sine Ergün ve Makbule Aras oldu. Bu sunuda onları temsil eden bir sese kuşkusuz gerek yok, aşağıda ne önerdiklerini detaylı göreceksiniz. Bu soruşturma metniyle blog sayfalarımızın kullanım imkânlarını da genişletmeye çalışmış oluyoruz böylece...

  İlk soru yazarların kendi yaklaşımlarını dillendirmelerini sağlamaya çalışıyor, nasıl yaklaşıyor, neyi önemsiyorlar? İkinci soru başka bir öykü yazan başka bir de okuma yapıyordur, bunu bir öğrenelim düşüncesiyle çatıldı. Üçüncü soru da bir fantezi çerçevesinde, neyi değiştirmek isterdiniz, ne farklı olsa hoşunuza giderdi, ne olmamalıydı, ne olsun isterdiniz, hangi tutum, adet, bakış açısı sorunlu geliyor, neler dönüşmeli sizce diyen, bu temaları deşme fırsatı vermeye çalışan bir soru. Yanıtları kişilere göre blok halinde yayınlıyoruz. Sorular ise tam olarak şöyleydi:


1. Basit bir soruyla başlayalım: nasıl bir öykü? Nasıl bir öykü seviyor, nasıl bir öykü arzuluyorsunuz?

2. Her yeni imza yeni bir antoloji anlamına gelir derler. Siz kendi soyağacınızı nasıl yapılandırırdınız?

3. Türkiye öykü evreninde neleri değiştirmek isterdiniz?


İbrahim Halaçoğlu

1.
Ben öykünün kokanını seviyorum. Farklı ayakların sertleşmiş etlerinin kalıbında incelmiş çorapların patlamış mısır gibi kokanını da seviyorum. İlkokuldan bir arkadaşım bir gün okula yüzünde nar büyüklüğünde içi sarı sıvılı bir yanık iziyle gelmişti. Odaya önce balon sonra kız giriyordu. Başına gelenin sebebi kaynayan demliğin üstünü açıp yukarıdan bakmasıydı. Buharın yakabilmesini seviyorum.

Öyküden çıkan buhar yanakları terletebiliyorsa o sırada flaşın patlamasını seviyorum. Fotoğraf çeken öyküleri de seviyorum. Sadece flaş sesinden bahseden öyküleri bile -rüzgâr çok hızlı esince açıkta kalan müzik aletleri kendini çalar gibi- seviyorum. Bazı 12 katlı binaların asansörlerinde b1-b2 gibi düğmeler olabiliyorsa bazı öykülerin b1000-b2000 gibi düğmeleri olsun yerin dibine geçelim istiyorum.

Öykünün başı dönerken durdurabildiğimde, adın ne diyebilirsem, öykü ‘unuttum’ değil ‘hatırlamadım’ diyorsa oturuşumu düzeltiyor, okuyuşumu ritimliyorum.

Aslında demek istediğim şu: Yazar ister bildiğini, ister bilmediğini, ister lanetlediğini, ister emdiğini yazsın kalemiyle arasındaki mesafe kısa olmalı.

2.
Benim soyağacım aşılanmış dallarla dolu, kafası çok karışık. Adana’nın et kırmızısı sıcakları, TSM koroları, ilk Kafka, ilk Dostoyevski, Çehov’un oda müziği üretir gibi final mırıltıları saçan karakterleri, Memet Baydur’un oyunları, büfede duran viskiden ilk yudum ve Chris Connor’ın cızırtılı sesini ilk keşfediş, bilgisayar düğmelerinden çıkan sesler, ucuz Hüseyin Rahmi baskıları, Shakespeare için geçirdiğim yaz ve elimde kalan 2 soytarı tiradı, Sam Shepard’ın Aç Sınıfın Laneti’ndeki Wesley için yaptığım model uçaklar, ilk Oğuz Atay temelli baş ağrım, Perihan Mağden’in Refakatçi’sini ve Haberci Çocuk Cinayetleri’ni ağzımın suları akarken okumam, Proust’u kıskanarak alnımda kabarttığım damar, endüstriyel gürültülü müzik dönemim, looplar, Broadcast, yeraltı edebiyatını hep bir gözüm kapalı deneyimlemem, Hasan Ali Toptaş, Cem Akaş, gül ile bülbül, ezberlenen tiyatro metinleri, İbsen’ler, Pintor’lar, Caryl Churchill’in omurumu düzeltmesi, theatricalism ve Thornton Wilder, çok satan türkçe kitaplar, Lawrence Durrell’in içimde kıpırdattıkları, cevizli muammara... Bu bir kısmını aktarabildiğim eklektizmden bir soyağacı çıkarmak yerine küçük ve yarı organik bir ağaçtan bahsetmek isterim:

Sevim Burak: annem.
Bilge Karasu’nun sivri çenesi: cetvelim.
Ali Smith’in kamera kıran elleri: masaj aletim.
Şebnem İşigüzel’in hanesine doğan ay: ortaokulum.
Aleksandros Adamopulos’un anasonlu çemberleri: noktam.
Jean-Denis Bredin’ın aşık olduğu tavşanla evlenen adamı: şarj aletim.
Richard Brautigan’ın Scarlatti Tilt’i : sivilcem. (Hep olsun hep sıkarım.)
Sema Kaygusuz’un ıslak incirleri ve tartımlı kelimeleri: derdim.
Salinger’ın tırnağının ucu: Jerome David’im.
Carson McCullers’ın kakülleri: sarı balkon ışığım. (1990lar)
Marguirite Duras’nın Mavi Gözler Siyah Saçlar’ı: uzun sakallarım.
Anne Carson: zihin sıçrayışım.
Don DeLillo: anlatı makasım, iskambil karıştırıcım.
Shaun Tan: ısırdıkça tadı değişen meyvem.

3.
Öykü ya da edebi tavrı eleştirirken kelimelerini güzel güzel bükebilenlerin yanlarına kendi öykülerini koyup ortadaki asimetriyi görene kadar bakmalarını isteyelim. Herkes bastığı yere baksın hatta ve bazıları da toprak diyerek geçsin. Bir de disiplinler birbirine geçsin. Forsythe dansçıları gibi ayak parmaklarımıza, ağızlarımıza sıkıştırdığımız kalemlerle yana eğik yazalım. Yazısı okunmayan öyküler için altyazılar çıksın. Sıcak Nal iki ayda bir değil ayda iki kez çıksın.


Uğur Büyüktezgel

1.
Ben öykü sevmiyorum, ben dert seviyorum.

2.
Mesele öyküyse ben soy ağacımı sinemadan ve şiirden seçerdim. Mesele sinema olsa idi de öyküden. Varsayalım ki bu bir genç sinemacılar soruşturması olsun, ben hem genç hem de sinemacı olmuş olayım ve bana haz noktalarım sorulsun:

Yusuf Atılgan ile büyüdüm ben. Dememe gerek var mı bilmiyorum, tamam eski, tamam modern, tamam kemalist bir aydınlanma ülküsü ile ne kadar derinden cebelleşse de yadsımıyor, de birader hakikat diye bir şey var ise, onun varlığı bir mücadele alanı olmasından ötürüdür her şeyden evvel ve Atılgan bana evvela nedenlerimi verir, neden yazıyorum, durup dururken boş kağıtları kirletiyorumun azgınlığını... Atılgan’ın öykülerini okumak yalınkat ve boğuk bir taarruz anında olası tüm çeşitlemelerin peşi sıra gelmesi-gelebilmesi içindir, onun öykülerini ve dahası romanlarını ben yazsa idim nasıl yazardım ile başlayan bir migren...

Bu migren belki de öykü yazmanın dahası yazı yazmanın çifte doğasından, derdine derman değilim, ortak değilim, derdini senden çalmaya, kendimin yapmaya geldim ey yazar arsızlığından ileri gelir ki aşağıdaki listedeki yazarlar ile benzeri cebelleşmelerim olmuştur: Borges, Kafka, Bolano, Salinger, Tanpınar, Stefan Zweig-Özellikle Amok koşucusu öyküsü Her ne kadar öykü denmiyorsa da anlatılarına; Fernando Pessoa.

3.
Öykü yazmanın ya da aslında bir şeyler yazıyor olmanın hiç bir şeyi değiştirmeyeceğine dair beslenen açık, yarı açık veyahut gizli taassubu değiştirecek bir öykü yazmanın mümkün olduğunu gösteren bir öykü yazabilmek isterdim. Ben –ya da bir başkası- böyle bir anlatı kurduğu vakit ise, hani bir öykü yazdım artık herkesin öykü yazası gelecekvari bir inatlaşmanın sosyal izolasyon vb. zararsızlaştırma faaliyetleri ile başı hiç ağrımasın isterdim. Bir kabiliyet olarak da bir?! öykü yazmanın anlamsızlaşacağı bir atmosferde tüm sosyal iletişimlerin episodic bir şekilde kurulabileceği günler… Hani derlerdi eskiler, başkalarının mide bulantısı hayat görüşünüz olmasın, ben hayatımı kalıplı görüşlere değil, öykülere ve dahası anlatılara göre kuruyorum diyebilen genç okurlarla örgütlenmek isterdim. Kulağa hiç de fena gelmiyor, öyküye, dahası ihtiva ettiği göndermelere taşıyamayacağından fazla yük yüklemeli mi yüklememeli mi gibi bir tartışmaya gerek kalmamış, tüm çeşitliliği ile bir anlam haline gelebiliyoruz, canlıyız, kendi anlattıklarımızı daha biz cümleyi bitirmeden sokakta çırılçıplak görebiliyoruz tüm faal olasılıkları ile… Yazar ya da anlatısı hiç bir şekilde özünü falan da aramıyor, çünkü hiç bir öykü bir olay örgüsünün sonunda tek bir öz ile düğümlenmiyor ki özümsenebilsin… Herkes anlatıyor, herkes kendini anlatıyor, herkes kendisini kaybedene kadar kendisini anlatıp başkasında ne varsa onları kendisinin kılabiliyor… Çünkü anlatmanın bekası maddenin kararlılık ilkesi gibi bir şey olmuş. Kimsenin saklı bir yüzü kalmadığından, kimse öyküye ve öykücüsüne bireysel yaklaşamıyor bu en aşırı bireysellikler evreninde… Zira şahsi bir mide bulantısı bile dinamik bir anlatının içerisinde nice evrenler kurar ve yayılır…

Yayılmaz mı?


Melida Tüzünoğlu

1.
Su gibi öyküler seviyorum. Bulunduğu kabın şeklini alan öyküler. Kap nedir? Kap, zaman ve deneyimdir. Bozulan öyküler seviyorum. Çünkü ben bozuluyorum, insanlar da bozuluyor, nesneler de, bunların oluşturduğu bütün de. Her şey yeni bir formda yine her şeyliğini koruyor aslında. ‘Intrusive’ öyküler seviyorum. ‘Intrusive’ derken, belleğe izin almadan giren, araya giren imge ve olayları seviyorum. Hafızamız gibi işleyen, beynimiz gibi çalışan, 'çalıştır saksıyı' öyküleri seviyorum. Saksılar çalışınca açılan çiçekleri seviyorum. Çiçeğin dallarının metal olmasını, içinde karmaşık iletken teller olmasını fakat yapraklarının canlı olup büyümesini seviyorum.

Karşıtlık ve çatışma seviyorum. Denemeyi ve cesur olmayı seviyorum. Bu tip öyküler olursa -okumayı seviyorum. Canlı ve performatif yazılar seviyorum. Şarkı söyler gibi yazılmış, ya da fiilen tramplenden havuza/denize atlar gibi yazılmış yazılar seviyorum. Nakaratları ve burguları olan yazılar. İmgelemi güçlü, realite algısına açık, bir yerlere hapsolmamış yazıları seviyorum.

Büyülenmeyi seviyorum. Büyücülükten büyülenmiyorum. Okurken, içinde bulunduğu durumla değil de, ürettiği durumla beni etkileyen yazılarla büyüleniyorum. Bunlara örnek eskiden Oscar Wilde'ı ve Edgar A. Poe'yu verirdim. Şu an ne örneği verebilirim bilmiyorum.

Dönemsel şeyleri de seviyorum. İncil ve Shakespeare'i aynı yere koyuyorum. Kuran da buna eklenebilir.

19.yy romanın çıktığı zamanki dinamikler üzerinden yazılmış dönemsel romanlara saygı duyuyorum, fakat aynı türde Türkçede 21. yüzyılda eser vermeyi boş bir çaba olarak görüyorum. Etkilenmeyi ve uzmanlaşmamayı seviyorum. Füzyonu seviyorum. 'toplumdan uzak yaşamayı' seviyorum. Bunun imkânsızlığını daha çok seviyorum. Bunun deneyimini yazıya aktaranları başarılı buluyorum. Örnek, Süreyyya Evren.

Bir de yazıyı nesne gibi görüyorum. İyi bir yazıysa, hiç eskimeyen bir koltuk gibi olduğunu düşünüyorum. Hiç eskimeyecek bir koltuğun bir sanat eseri olduğunu düşünüyorum. Üzerine oturulan, güvende olduğumuzun hissini veren, dinlenilen ve dinlendiren, binlerce yılın birikimiyle ulaşılmış bilgi ve emekle yaratılmış şeyin üzerine oturmak. Ve bunun da ötesine geçmek, yani hiç ama hiç eskimemek. Koltuklar üstü düşünebilmek yani mesele, ya da edebiyat üstü, yazı üstü düşünebilmek. Ve bu durumu nesneleştirme arzusu. O nesneyi de yüceltme tutkusu.

Öyküler böyle olmalı mıdır, sorusuna ise verilecek cevap bulamıyorum. Bu öyküyü arzuluyor muyum? Belki de arzulamıyorum. Bu öyküler zaten benim içimde var. Ben bunları yazıyorum. Başkalarının yazıp yazmaması benim birincil sorunum değil. Yazarsa, dünyanın daha iyi bir yer olup olmayacağından emin değilim. Daha iyi bir yer olması kaygısı, belki de gereksiz bir kaygı. Gecikmiş modernite bağlamından bakıldığında, her şeye geç kaldığımız gibi, bu yazı biçimine de topluluk olarak geç kalma potansiyelimiz yüksek. Bireysel düzeyde, geç kalmamak, hatta geç kalma kaygısı taşımama durumunu daha sağlıklı buluyorum.

Türk yazarlardan, Leyla Erbil'in ‘Cüce’sini, Sevim Burak'ı, Şule Gürbüz'ün ‘Kambur'unu beğenmişliğim olmuştur. Bunun dışında da sevdiğim çok şey var aslında. Edebiyat akümülasyonu açısından fena değiliz bence, fakat genç edebiyatçılarda ne haberler var bilmiyorum. Kendi yazdığım dergilerdeki öyküleri genelde okuyamıyorum. Sıkılıyorum. Zevk (beğeni/taste) geliştirme meselesi önemli bence. Okurken de yazarken de. ‘Taste'i geliştirmek ise sadece edebiyatla mümkün değil; sanat ve sosyal bilimlerden haberdar olmak lazım, diyorum. Yani edebiyatçılar aynı zamanda bilim adamı olsunlar.

2.
Edebiyatçılarla soyut bir akrabalık kuruyorum, evet. Benim şebekem yok. Kendimi ya da yazılarımı pazarlamayı, yazılarımın daha fazla insana ulaşması için bireysel girişimde bulunmayı sevmiyorum. Bunu yapacak birileri varsa, onlar benim kendi yazılarımdır. Onlara değer veriyorum, canlı olduklarını düşünüyorum.

Yazar, bir şiire ya da bir yazıya anlambilimsel ya da sosyolojik bir şey olarak bakmayı başarabilmelidir. Bunu başardığı noktada, kendi üretimine de eleştirel bakabilir. Bilimin objektif olma takıntısı ‘sanatçı’ya çok şey katar. Bilim ne kadar nesnel olmak istiyor ve bunu başaramıyorsa, o ölçüde hiç nesnel olmayan varlık olan insana eleştirel olabilme becerisi katar. Tabii, bu durumda bilim de yetersiz kalır. Yani bir metni ele alma noktasında bilimsel bakış da sanatsal bakış da yeterli değildir. İşte burada da ‘taste’ denilen şey önemlidir. Öte yandan, ‘taste’ bu ikisi ile tam anlamıyla geliştirilemez. Taste, seyahatle ve farklı yerler ve insanlarla ilişki içinde olunarak geliştirilir. Bir haftalık turist olmak hiçbir zaman yeterli değildir, yıllar gerekir bunun için. Bir şehri yaşamak, zaten değerlerini derine yapıştırdığın toplumun çok dışından biri insanı tanımak ve deneyimlere açık olmak ‘taste’i geliştiren şeylerdendir. Okyanusların kumunun içinden beslenen böceklerin tadına bakmak ve kendinle çelişen işler yapmak işe yarar.

Bir de bunların sosyal yetersizliğinden kaynaklanan durumlar mevcut. Örneğin, Lale Müldür neden abartılmıştır? Aynı şekilde Orhan Pamuk neden abartılmıştır? Bir sürü insan neden şu an oldukları yerdedirler? Bunların hepsi bir tür ‘şebekenin’ işi olabilir. Şebeke nedir? Okuma ve yazma bilmemektir. Köyün, şehrin, ülkenin dışına çıkamamaktır. Kaynaklara ulaşamamaktır. Ya da bunların hepsini yapabilecek olup bunlara kendini kapatmaktır şebeke.

İşte, biz bu şebekenin dışında mıyız, yani toplumun dışında mıyız? Değiliz, bu zaten mümkün değil. Biz kendimizi onlar üzerinden tanımlıyoruz; tanımlamasak bile ‘in relation to’ gibi bir durumumuz var. Göreceli olarak, bütün bunlara bağlıyız, ve bütün bunlardan istesek de istemesek de besleniyoruz.

Benim yazılarım çok büyük kitlelere ulaşmıyor. Ulaşmamasının sebebinin, benim yazımın niteliğinden kaynaklandığını düşünmüyorum. Bu durum tamamen, toplumsal bir problematik üzerinden değerlendirmelidir. Herkese ulaşan iyi bir edebiyat/sanat/kültür dergisi var mı? Eleştirel ve analitik işler değer görüyor mu? Biz okuyucu olarak ne istiyoruz? Bizim bir ‘taste’imiz var mı? Biz uyumak mı, rüya mı görmek istiyoruz? Biz açılmak mı kapanmak mı istiyoruz? Biz yaşamak mı ibadet etmek mi istiyoruz? Karar vermek zorunda da değiliz bütün bunlara. Mesele, karar veremesek bile, hayatla ve yazıyla bir ilişki biçimi kurmakta. Ve bu biçimi köreltmek yerine, açmaya çalışmakta. İnsan olacağımıza ahtapot olalım, daha çok işe yarayabilir. Birkaç kol daha çıkaralım ki, elimiz denizin dibine de, yüzeyde gezinen tekneye de değsin. Gerekirse güneşe çıkaralım, gerekirse masalarda meze olalım.

Konuya geri dönecek olursak, yazılarımın az sayıda insana ulaşmasına ve son beş yıldır ortalama 3 ayda bir öyküm yayınlanmasına rağmen mailimi bulup beni takdir eden insanlar oldu. Bu insanların hepsi kitapları basılmış yazarlardı ve hepsi de aynı benim gibi yazdıklarını düşünüyorlardı. Bu, bir çabanın göstergesiydi benim için. Yazılarımın nedense çok okunacağına dair naif bir inancım var. İnsanların yazılarımı anlayıp anlamamalarıyla çok ilgilenmiyorum. Sezgisel olarak algılanan şeyler de bazen benim için yeterli olabiliyor. Benim henüz çocuk ya da daha gençken okuduğum şeyleri sezgisel olarak anladığımı şimdilerde görüyorum. Deha, bence anlanacak bir şey değildir. Sezgisel olarak fark edilir. Oscar Wilde’ı ya da Camus’yü 12-13 yaşındayken ne kadar anlayabilirim? Ya da Londra hakkında hiçbir fikrim yokken Londra üzerine yazılmış kültürel bir metni nasıl beğenebilirim? Sezgiyle işte. Çocuk bir toplum değil miyiz? O zaman işte, benim eserlerim de çocuk toplum tarafından sezgisel olarak algılansın. Dehanın peşindeyim, ya da değilim. Okuyucu için fark etmez.

Ben sürrealistlerin yaptıklarını, her şeyden çok sevdim sanırım. Manifestoları da, yazıları da, resimleri de, enstelasyonları da, stilleri de yaşama frekansları da. Metaforu, yer değiştirmeyi, anlam ve biçimle oynamayı, nüktedanlığı ve zeka teşhiri yapmayı/yapılmasını seviyorum. Meydan okuyan şeyleri seviyorum. Meydan gerçekten okunan bir şey!

Alman ekspresyonist sinemasındaki metaforik anlatım da, rönesanstaki meleklerin insanların içinde olduğu lineer olmayan zaman anlayışından da etkileniyorum. Bir resme bakarken, ya da rüya görürken, ya da bir trenin içinde yemyeşil çimenli tarlalara bakarken ya okuyorum ya da yazıyorum. Bu okuma ve yazma eylemi gerçek bir eylem değil, hepsi beynimin içinde bitiyor ve bu haliyle gerçek oluyor. Bu nedenle bir yazar da yokmuş gibi ortada ama kolektif bir şekilde var oluyor. Yani tarlaya ineklerini salmış çiftçi, oradaki benekli ineklerin ve yeşilin arasındaki uyum, benim trenle olan alakam ve aynı zamanda bunların hepsini ve öncesinden gelen bellek/deneyimlerimle bunları düşünüyor olmam sanki hepsini farklı birer yazar olarak bir araya getiriyor. Hepsi birbirinden farklı kültürleri, farklı alanları, farklı tarihleri ve dilleri bir araya getirebiliyor. Ortaya çıkan şey de daha sonra yazdığım şeyler oluyor.

Neler okuyor ve seviyorum sorusuna yanıtım zor. Eğer içine girebildiysem, Oğuz Atay’ı seviyorum. Ama işte Odysseus’u da seviyorum, onun Coen’ler tarafından yorumlanmış halini de. Edebiyatçı açık olmalı. Gözleri, kulakları bütün algıları açık olmalı. Bu filmi okumak, bir dantel masa örtüsünü okumak, bir gecekondu semtini okumak bu. Göz refleksif olarak okumalı. Beyne bu mesajı yollamalı ve iyi yazmanın/iyi üretmenin peşinde olmalı sanırım.

Benim üretimim bir yandan dünyayı dolaşıyor. New York’ta yazdıklarımı seven bir arkadaşım, Seattle’daki bir profesöre benim yazdıklarımı beğendiğini söylüyor. Profesörle tanışıyoruz ve beni Bakü’deki yaratıcı yazarlık workshop’una davet ediyor. Ben Bakü’ye gidiyorum, oradaki edebiyat ortamını görüyorum, üç dilde üretim yapıyoruz ve İstanbul’a geri dönüyorum. Eğer heyecanlandıracak yazarlar ya da yapacak işler bulamıyorsak, havada titreşen köklerimizi titreştirmeye devam edeceğiz. Toprağı aramayacağız. Örneğin, Londra’daki son dönem üretilen elektronik müzikleri dinleyip Ahmet Hamdi Tanpınar okuyacağız. Tabi her söyleneni dinlemek zorunda değiliz, ama deneyeceğiz.

Ben ağlarımı sürekli yenileniyorum. Edebiyat okuruna, yalnızca edebiyat okumamalarını tavsiye ederim. Biraz karmaşık da olsa, ağlardan bahsedeyim. Bir yerde Kafka durur, tozlanır. Aynı yerde duran Dostoyevski, Camus, Hölderlin, Celan gibi yazarlar ve yazdıklarıdır. Bunların arasına kadın yazarlar Virginia Woolf ve Sylvia Plath girer. Thomas Bernhard’ın ise benim için cinsiyeti yoktur. Arada her zaman durur. Ama kadro bu haliyle epey aşağı çeker, üzerinde dünya tarihinin tozu birikir sanki parmak parmak. Bu insanlar melankolik, dahi ve çözümsüzlerdir. Delirmek ve yalnızlık bir yaşama biçimidir. Başka bir yerde Boris Vian durur. Ama her şeyi değil, ‘Günlerin Köpüğü’ ve günlerin köpüğünün yanında ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ durur sadece, onun yazarı benim için adı olan bir yazar değildir. Kitap, bu noktada öznesi olmayan bir nesnedir. Annesi olmayan çocuk gibi. Diğer cephede Pavese silik bir şekilde, parlayarak duran Tezer Özlü’nün yanındadır, ama onları da açmak istemem. Bu listeye daha taze haliyle Jonathan Safran Foer girer, onun yanında yine benim için yazarsız olan kitaplar durur, ‘Alice in Wonderland’ gibi. Kadın eklemek istersek Margaret Atwood’u buraya ekleriz, her üretimi ile.

Ama benim savunduğum şey, Recaizade Mahmut Ekrem’i Jale Parla ile okumak, Oğuz Atay’a Nurdan Gürbilek ile bakmak, Namık Kemal’i Şerif Mardin’le okumaktır. Aynı şekilde Boudelaire’i Benjamin’le yaşamak ve Bataille’ı her haliyle içinde birden fazla yazar ve bakış barındırdığını bilerek okumak, iyidir. Adorno’yu, Foucault’yu, Feldman’ı, post-kolonyal teoriyi de çok şiirsel buluyorum. ‘Granta’ adlı edebiyat dergisi üzerine de, başka bir dergi koyamıyorum.

3.
Türkiye öykü evrenindeki saçma sessizliği ve ezikliği değiştirmek isterdim. Fakat Türkiye'deki saçma sessizliği ve ezikliği daha çok değiştirmek isterdim. Kendimi sorumlu hissediyorum, aldıklarımı vermek istiyorum.


Umut Y. Karaoğlu

- Umut, zaten her gün kendi kendine cevapladığın üç tane basit soru sormuşlar sana, cevaplayalım mı artık şunları?

- Öyle deme. Kendi kendini bir cümlede anlıyor insan; bu farklı. Ama hadi bakalım, sen sorunca olur belki.

- Başlıyorum. Soru 1: Nasıl bir öykü? Nasıl bir öykü seviyor, nasıl bir öykü arzuluyorsun?

- Bilsem yazardım, diyesim geliyor işte buna, yazmaya çalıştığım şeyi, o olmayan öyküleri seviyorum, arzuluyorum…

- Kolayına kaçmak oluyor bu da.

- Evet.

- Kaçma.

- Tamam. Ama hep nasıl öykü istemediğim geliyor bu sefer de aklıma. Oradan başlasak olur mu?

- Olur. Açılırsın belki sonra.

- En başta duygu sömürüsü geliyor galiba. Öykülerin sonunda ölen yaşlı, yalnız insanlarla; zorla evlendirilmiş, intihar eden kadınlarla; kurbana kurban giden kınalı kuzularla; alkolik babalar, zavallı cefakar annelerle; ah ne güzeldi eski bayramlar, çocukluğum, vah bizim eski komşular vs.lerle; bizim mahallede bi Ahmet abi vardı, bi Ayşe abla vardılarla; ölen sevgililerle; dul kadınlarla, adamlarla; yaşasın Anadolu insanılarla… dolu hala ortalık. Tıpkı muhteşem, olağanüstü halkımız gibi çok yüce gönüllü, merhametli, empatik, duygusal, misafirperver… yazarlarımız da. Düpedüz salaklık, çocukluk bu. Bir de bastırılmış yoğun bir şiddet, yıkıcılık var gibi geliyor bana, korkuyorum. İnce ruhlu katillerle dolu ortalık; hep birileri ölüyor, öldürülüyor. Dergilerde habire bunlar çıkıyor işte karşıma, yarışmaları kazananlara bakıyorum arada hep bunlar, bunların kitapları dolaşıyor ortalıkta. Başköşelerde oturan insanlar da bunu seviyor, bunu istiyor yani. Çok tuhaf. Gençliğini özleyen, ya benim başıma gelseydi diyen, sulu göz insanların güdümünde sanki Türk edebiyatı. Yeni bir dilmiş, söylenmeyeni söylemekmiş, biraz derinlere dalma çabasıymış kimsenin umurunda değil gibi. Bu çabadaki bir metinle karşılaştıklarında anlamıyorlar da genelde bence. Biraz da risk almaktan korkma hali var sanki; duru bir dille yazılmış, acemiliklerden sıyrılmış, suya sabuna dokunmayan bir öykü ortaya koydun mu, tamam. Gerisini kurcalama. Oku oku, burnunu sil geç.

- Abarttın biraz sanki. Hep de bunlar yok ya.

- Evet de, işte. Hiç olmasın istiyorum bunlar. Yok olsunlar, silinsinler. Böyle yazanlar derhal bıraksınlar yazmayı…

- Asalım istersen hepsini?

- Gülüşmeler) Tamam, tamam. Ama işte hem okuru, hem genç yazarları etkiliyor bence bu; öyle kendi kendilerine değil sadece zararları. Feyza Hepçilingirler gibi yazan 20 yaşında kızları, Füruzan gibi yazan genç adamları gördüğüm zaman üzülüyorum. Neyse… Yenilik deyince de bir ekşisözlük cinliğine, ironisine kayma oluyor sık sık, o da canımı sıkıyor. Andropoz amcaların top sakalları, deri ceketleri gibi sırıtıyor arada böyle öyküler de dergilerde. Her şeyle dalga geçmenin üzerine 25 gr. zeka pırıltısı serpiştirince eleştiriötesi oluyor bu öyküler. Çok komik, çok ironik, çok avangart oluyorlar. Biz de “ihi ihi, evet” diyoruz mecburen. Ama ne anlatmaya çalıştığını pek bilmiyor bence böyle öyküler ve emek verilmeden yazılıyorlar genelde. Çoğu da nereye gittiğini, niye yazıldığını bilmediği için lambur lumbur yuvarlanıp saçmalıyor sonunda. Böyle olacağını bilseydi, yazmazdı belki Oğuz Atay.

- Sen aslında 3. soruya cevap veriyorsun galiba.

- Az önce fark ettim ben de ama çaktırmadım. Buradan devam edeyim gene de, sonra döneriz.

- Eee, başka başka?

- İşte şeyler var bir de… Iıı, çakma Aziz Nesin’ler var mesela. Halka inip, gündelik hayattaki yaralara parmak basıyorlar falan. Böyle ulvi bir göreve soyununca da edebiyat medebiyat unutuluyor tabii. Sonra lise felsefesi yapanlar var. İlkokul komikliği yapanlar var. Sonra…

- Niye durdun?

- Yahu şu var, bu var diyorum da, eee? Herkes görüyor bunları zaten, niye tekrarlıyorum ki! Ukalalık da oluyor sanki biraz. Hem soru da, neyi değiştirmek isterdiniz?di zaten… Kısaca, ben hiç mi hiç beğenmiyorum şu sıralar okuduğum öyküleri. Kendimi okuyabilsem kendimi de beğenmezdim muhtemelen. Yani zaten beğenmiyorum da, başka bir şeyi kastediyorum, anlamışsındır. Çok nadir çıkıyor, budur, diyebildiğim öyküler. Bir yerlerde iyi yazan birileri varsa da ben ulaşamıyorum onlara. O yüzden her şeyi değiştirmek istiyorum kardeşim! Bütün dergilerin, yayınevlerinin başında dahiler olsun; gerçekten anlatacak bir şeyi olmayan kimse eline kalem almasın; Türkçe bilen herkes elinden kitap düşürmesin, hepsi de filozof gibi adamlar olsun istiyorum. Açıkçası ‘Türkiye öykü evreni’nde bir zeka ve derinlik eksikliği görüyorum ben; bunları tersine çevirmek isterdim. Edebiyatla ilgilenen herkes Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan gibi olsun isterdim.

- Usuldan ikinci soruya mı geçiyoruz?

- Senden de hiçbir şey kaçmıyor maşallah. Evet, ben okuyorum okuyorum bu adamlar gibisini bulamıyorum bir türlü. Çok mutsuzum bu konuda. Ekleme yapalım buraya gene de ama herkesin söylediği isimleri söyleyeceğim maalesef: H. A. Toptaş, A. H. Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü), Latife Tekin (Ormanda Ölüm Yokmuş ve Aşk İşaretleri), Sevim Burak, Sabahattin Ali (öykülerin bazıları sıkıntılı), Cemil Kavukçu (alkol yüzünden, biraz da kurgu), Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan’ı ve Lüzumsuz Adam’ı, Leyla Erbil… Eee, sonra şey… Cem Akaş’la Süreyyya Evren’i eklesek yalakalığa girer mi?

- Girebilir. Hem yeterince okumadın daha onları.

- Doğru. Atlayalım onları o zaman. Birilerini de unuttum sanki ama yalanmış demek ki. Neyse, yabancılara geçeyim ben. Onlar da bildiğin gibi Dostoyevski’den başlayıp gidiyor işte. Şöyle: V. Woolf, Kafka, W. Faulkner, Proust, Herman Hesse, G. G. Marquez, G. Perec (bazen abartsa da), I. Calvino, Salinger, Borges, Anais Nin vd. Kısaca, kendi söyleyiş biçimini bulmuş, samimi bir şekilde yazmış, gözümün önünde olanı kaldırıp kafama vurmuş, vuracak herkesi seviyorum. Ruhları şad olsun. Bu arada genç, sıkı yazarlara da ulaşamıyorum pek. Birçoğu dergilerin, yayınevlerinin kapılarını tırmaladıktan sonra kapının kimlere açıldığını görünce yavaş yavaş kopuyor yazmaktan, biliyorum. Sıcak Nal’a, altzine’e, fanzinlere ve biraz da Notos’a bel bağlamış durumdayım şu sıralar ve her türlü öneriye açığım bu konuda.

- Eveeet, nasıl bir öykü?

- Ya, oraya gelmesek. Söylediklerimden çıkmıyor mu zaten?

- Gelelim gelelim.

- Peki gelelim bakalım. Önce samimi olacak. Yani içten. Yani işte gerçekten dertli, yaralı olacak. Yara deyince, öyle vıcık vıcık yaralar anlaşılmasın ama, şöyle ufak bir çizik de olur. Mesela Fatih Özgüven’in bir öyküsünü okudum geçen: Arkasındaki Hayal. Oh be, dedim, sonunda biri göt deliğinden bahsetmiş. Hem de öyle “Bakın ben göt deliğinden bahsediyorum. Ne kadar acayip bir şey yapıyorum.” demeden. Göt deliğinden, göt deliği gibi bahsetmiş yani; her gün elimizin altında olan bir şey olarak. Buraya İbrahim Halaçoğlu’nu da ekleyebiliriz. Tuttuk kendisini. Ama askerliği aradan çıkarınca ne kalacak, merakla bekliyoruz. Bir de altzine’deki Halil İbrahim Özay geldi aklıma şimdi nedense. İsimler mi çağrıştırdı? Neyse… Efendim ben, sırf ergenliği kitaplar arasında geçtiği için yazmasın istiyorum insanlar. Bunlar içten olamıyor işte, o okuduklarını taklitten öteye gidemiyorlar genelde. Yazmak zorunda olduğu için yazsınlar istiyorum; dünyada kimsenin göremediği bir şeyi görmüş, bunu anlatmak zorunda olan insanlar yazsın. Ha, ikisi birleşirse ne ala, tadından yenmez. Ve bu kimsenin görmediği şey de aslında bakışın açısından kaynaklanan bir durum olduğu için o açının dilini zorlayacaktır zaten. O dili istiyorum. Her gün elimde tuttuğum bardağın aslında bardak olmadığını, başka bir şey olduğunu göstersin ve beni buna inandırsın. Ben de vay be, hayat ne acayip, ne sonsuz bir şey deyip, böyle elimi anlıma dayayıp düşüneyim biraz. Sonra dili daha da zorlasın; dil denen şeyin her gün kullandığım şey olmadığını göstersin bana. Oturup sadece harflerle, hecelerle yazsın, özneler yüklem yüklemler özne olsun, evler sokak, sokaklar ev olsun, sözcük nesneden önce gelsin… Alsın beni, bu dil denen yaratık beynin neresinde oturur, düşünce onun hangi odasında, oraya götürsün. Daha neler neler! Ama bunları yapabilmek de çok emek ister. Öyle, ben avangardım, deyip saçmaya sığınmasın bunları yaparken. Uğraştığı işe hakim olsun. İşte böyle, bir öyküden, bir metinden, yazardan beklediğim ikinci, üçüncü şeyler de yaratıcılık ve emek olmuş oluyor. Emek çok önemli, çalakalem yazılmış yazılar çok canımı sıkıyor. E, bu insan zeki olacak bir de tabii. Tilki değil ama. Böyle fil gibi, köpek gibi zeki. Okuduklarım kafamı zorlasın istiyorum ben, öyle öyküler istiyorum. Duygularıma yüklenmesin, hayvan tarafımıza ağıtlar yakmasın, belden aşağı vurmaya çalışmasın. Beynime ulaşsın yeter, sevgi çıkar o zaman açığa. Ben kendi kendime severim hayvanımı da, onu da.

- Dağılıyorsun.

- Evet kaptırdım biraz. Durayım ben burada şimdilik. Söylenecek çok şey var ama toparlamak zor. Bir şey söylemiş gibi de hissetmiyorum zaten.

- Olsun. Makale yazmıyoruz sonuçta. Sonra eklersin bir şeyler belki. Hem geç kaldın zaten. Son söz olarak söylemek istediğin bir şey var mı?

- Çok sıcak.

- Daha da sıcaaak olacak.

(Gülüşmeler. Tıkırtılar. Pıtırtılar.)


Ilgın Yıldız

1.
Sanırım derdi temel, basit olan öykülerden daha çok hoşlanıyorum. Yani söyleyeceğini pat diye söyleyen, söylemeyeceğini söylemeyen. Yaşamla temel dertleri olan öyküler. Ve onun temel dertlerini başka türlü dile getiren, kendine özgü bir sesi olan, kendini anlamaya çalışan öyküler ilgimi çekiyor. Üslup ve dil başka başka biçimlerde olabilir, denemeler yapılabilir, dilin olanakları ya da olanaksızlıkları keşfedilebilir; basit olan karmaşıklaştırılabilir ve tam tersi de uygulanabilir. Dil ve üslubun çok yoğun bir biçimlendirmeden geçtiği bir evresinde olduğumu sanmıyorum öykü yazma pratiğimin. Ve bunun ilerde olacağını hissediyorum; umarım da olur.

Fakat tematik anlamda, basit bir tabirle, gündeliğin altındaki groteskin hoşuma gittiğini, bu aralar onu arzuladığımı söyleyebilirim.

2.
Ülkeden beni öyküye çeken isimler arasında Oğuz Atay, Leyla Erbil, Tomris Uyar gibi isimler var. Az evvel belirttiğim gündelik dertler mevzuatı Tomris Uyar’ın Aramızdaki Şey’ini okumamla bir ışık kazanmıştı içimde, heyecanlanmıştım. Oğuz Atay’ın öyküleri, beni en dipten etkileyenler arasında, henüz Ankara’da okullu bir çocuk olarak Korkuyu Beklerken’i okuduğumda yapmak isteyebileceğim bir şey olduğunu düşünmüştüm, bana yeni bir pencere açmıştı. Leyla Erbil ise özellikle dille ilgili az önce söylediklerimi, tam da özendiğim şekilde başarmış yazarlardan biri. Ondaki arayış, o kendine özgü dertlenme hali çok hoşuma gidiyor, karakterlerin seslerindeki müphemlik, dilin bazen katman katman açılışı durumu. Bir yandan da Ahmet Hamdi’yi söylememek olmaz; hele ki Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nı. Abdullah Efendi benim Türk edebiyatında belki de en sevdiğim karakter ve büyük ihtimalle de öyle kalacak. Bir de Sabahattin Ali’de o büyük sorunları, büyük yanlışları muzip bir mizahla aksettirme duygusunu seviyorum, beni besleyen bir duygu bu kesinlikle. Bunlar dışında en en sevdiğim yazarlardan J.D. Salinger, onun roman-öykü her şeyi beni heyecanlndırıyor. Onun Glass ailesi üyeleriyle yaptıkları, tam hoşuma giden bir edebiyat. Franny ve Zoey, Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar ve Seymour, öykülerini toplayıp bastıkları Dokuz Öykü; en sevdiğim kitaplardan. Tarjei Vesaas, belki de civarında yöresinde yaşayamayıp tanışamadığım için en çok üzüldüğüm insanlar arasında. Onu çok seviyorum... Türkçede sadece Buz Sarayı var; diğer kitaplarını İngilizceden okuyorum, en son Kuşlar’ı okudum ve beklenen oldu, kalbimden vuruldum. Söylenecek çok şey var, ama Vesaas’ın o duru anlatımı, hiç kasmadan, “olduğu gibi” yazması, bu aslında ne kadar zor bir şey... Giovanni Papini’nin öykülerini de çok seviyorum; aynı şekilde Richard Yates, Robert Walser’ın çok değerli olduğunu düşünüyorum. Barrico’nun Öfke Şatoları, yazmak istemek açısından kıskandıklarımdan biri. Çok çok tatlı bir kitap. Virgina Woolf’a bayılıyorum, özellikle Orlando’ya ve Dalgalar’a, o kitaplardaki üslup ve temalarına. Witold Gombrowicz, hele Kozmos en çok sevdiğim kitaplardan biri. Orada denediği polisiyemsi tarz çok hoşuma gidiyor, ama ondan da öte bir şey var bence o kitapta, o kadar derin bir derdi var ki, o anlam verme ihtiyacı, her şeyin bir işarete dönüşme durumu, sonra bazı şeylere karşı geliştirilen takıntılar, bir ele, bir ağızın eğriliğine, sonra her şeyin anlamsız bir dağılmadan bir bütünlüğe erişmesi, acayip bir sona ulaşması; bu roman benim için çok özel. Bana göre, John Berger’ın G’si ve Kozmos karışımı bir şey insanı öldürebilecek kadar güçlü olabilir ϑ

3.
Neler olsun isterdim; yazarların daha özgür olabilmelerini ya da bunu arzulamalarını isterdim mesela. Bol bol okunacak, yankı getirecek diye bir şeyler yazmalarını istemezdim ama aslında bu da anlaşılır geliyor bana, eleştirmek istemiyorum. Bu bir tercih tabii. Ama genel anlamda, biraz daha farklı şeylerden beslenebilme yolları bulunmasını isterdim. Edebiyatla uğraşmak başka her şeye pencereleri kapamak anlamına gelmiyor ki. Olsa olsa gördüğünüz, yaşadığınız, okuduğunuz, izlediğiniz şeyleri birincil olarak edebiyattan görmek olsa gerek. Fakat bu, her şeyi “malzeme” yaklaşımıyla sömürmek değil, kalbinize ruhunuza dokunan şeyleri görüp onlarsız edememek gibi bir şey. Temel olarak, geleneksel şeyler yapmanın “doğru” ya da “tek” yol olduğunun dayatılması sinir bozucu. Kitapla ilgili yaşadığım ilk deneyim, “hiçbir şey anlamadım” şeklindeki o kestirip atan yargılardı. Yargılar diyorum çünkü devamı yok, orada iş bitiyor ve bu beni biraz tedirgin etmişti. Bir anda başka bir dünyada yaşadığım falan mı ortaya çıkmıştı, yoksa deli miydim? Öyle yargılar. Ve o anda anlamıştım, daha çok yolum var ve şimdiden tedirgin olmaya gerek yok, bunu anlamıyorlarsa ilerde iş daha da zorlaşabilir. Bunda çok komik bir yan var; o komediye takılıp kendimi fazla ciddiye almamaya uğraşıyorum ben de. Çünkü diğer türlü, tam da hazzetmediğim yazar tiplemesine bürüneceğim. Yani “aman okur ne der” tipi. Okurun değişmesini istemek gibi bir şey değil bu; okurun değişip değişmemesi bence bir yere kadar ilgilendirir yazarı. Bence yazarın “yazar olma durumu” değişime uğrayabilir daha çok; bu ismi kendinde bulundurma hali. Türkiye’de insanlar seçkin ve üstünmüş gibi takılmaya pek meraklı, dünyada da bu böyledir herhalde. Biraz olsun değişmesini isteyebileeğim şey, belki yazarların o yazar olma haliyle barışmaları ve kendilerini çok ciddiye almamaları, çünkü diğer türlü komik kaçıyor.

Yazma pratiğine yönelik daha fazla alan olsun isterdim, denemeler yapılmasını, organik gelişen birtakım paylaşımların daha çok olmasını isterdim. Çok çok önceleri katıldığım bir yazı atölyesi vardı ve orada bunu biraz tatmıştım, çok da eğlenceliydi ve öğreticiydi. Ama kesinlikle daha iyi olabilirdi. Ve daha çok dergi olmasını isterdim. Öykü ya da roman üzerine, fark etmez, daha çok dergi.

Sadece öykü kitapları basan, ve belki de sadece birbirine paralel sesleri basan bir yayınevi olmasını isterdim. Onun zaman içinde belirli bir forsunun olmasını, bir şeyleri değiştirecek noktaya gelmesini isterdim.


Sine Ergün

1.
Üstüne pek düşünmedim. Nasıl bir öykü sevmediğimi biliyorum. Sevmemek değil, sıkılmak diyelim. Onu da nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Öyküde bence yazmaktan çok yazmamak var. Yazarın sesini fazla önemsediğini, sözcüklere gereğinden çok anlam yüklediğini hissettiğimde sıkılırım.

2.
Edebiyatla sınırlamazsam, her ne kadar ne coğrafya ne de yaşayış biçimimiz örtüşse de Johnny Cash ve Hopper’ın üstümde büyük etkisi var. Öykü dünyasında bende bir parçası olan yazarlar arasında başlıcaları; Raymond Carver, Çehov ve Vüs’at O. Bener. Felisberto Hernández ve Mario Benedetti’yi soyağacında ne kadar yakına koyarım, bilmiyorum, ama üstümde emekleri var. Barış Bıçakçı, Memet Baydur ve Mehmet Günsür’ü hep gıptayla okudum. Sait Faik, Ferit Edgü ve Yusuf Atılgan’dan etkilendim.

3.
Satış rakamlarını.


Makbule Aras

1.
Okurunu yoran ve susmayı da bilen öyküyü seviyorum. Kendini hemen ele vermeyen bir öyküden söz ediyorum biraz da. Zaman içinde öyküye bakışım oldukça değişti elbet, şimdi peşine düştüğüm öykü belki daha minimalist bir öykü. Şiirsel bir dilden uzaklaştığımı görüyorum örneğin son yazdıklarımda. Aslında oldukça başkalaşan bir kalemim olduğunu söylemeliyim. Bu değişimin nedenini sorguladığımda karşıma çıkan şey, hayatın değişimi oldu kabaca. Bambaşka insanlarla kuruyoruz artık günlük hayatı. Yediğimiz içtiğimiz, sohbetimiz, arkadaşlık kurma biçimlerimiz değişiyor. Biz direnç göstersek de olumlu ya da olumsuz bu değişimin bir parçası haline geliyoruz. Edebiyat bu değişimin dışında kalmamalı kanımca, nihayetinde yazmak ve okumak bir ihtiyaçsa konu da, dil de, anlatım olanakları da bugününün ihtiyacıyla buluşmalı. Yazar, edebiyata bakışı ne olursa olsun, bugünde yaşayan kişidir ve bugünün ihtiyacını yok sayarak yoluna devam etmemeli. Yazar, yeni şeyler söyleyemese de (yeni şeyler söylemek çok iddialı bir tanım çünkü bence, söylenmedik bir şey kalmış mıdır diye soruyorum sıkça kendime) yeni söyleme biçimleri icat etmeli. İşte edebiyatın ve yazarın yolunu bence bu çaba açabilir. Bu yeni söyleme biçimi icat etme çabası bir tek şeyi yok etmemeli o da sahicilik. Okurda illa ki sahici bir duygu/düşünce/sorgulama vs yaratmalı öykü. Edebi metnin yarattığı etkinin kalıcılığı bu sahicilik denen şeye bağlı değil midir?

2.
Öncelikle bu soruya yalnızca öykü yazarlarını düşünerek değil, yazı serüvenimde bana yol açtığını düşündüğüm bütün yazar/şairleri düşünerek cevaplamaya çalışacağım. Bu soy ağacı çıkarma meselesine epey kafa yorduğumu, bunu bu kadar detaylı ilk kez düşünüp yazdığımı da itiraf etmeliyim. Haksızlık ettiğim, unuttuğum pek çok isim kalacaktır belki yine de olsun denemeye değer:

Türk edebiyatından: Sözlü gelenekteki masallar: Masalla tanışmam okuyarak değil dinleyerek oldu. Hem de bu konuda epeyce usta bir anlatıcıdan, babaannemden. Edebiyatla ilk tanışıklığım dört-beş yaşlarımda başladı denebilir böylece. Okumayı henüz öğrenmeden dinlemenin ve yarım bırakılan bir anlatıyı sabırsızlıkla beklemenin tadını yaşadım. Ayrıntılarını çok hatırlayamasam da bu sayısız masalın hafızamdaki etkisi, gecelerin sessizliğindeki o fısıltılı ses hayal evimde capcanlı durur hâlâ.

Sait Faik: Hani bir öyküsünde “Bizimkisi bir tahtası eksiklerin yüreğidir!” der ya işte bu cümle beni Sait Faik’le buluşturan cümledir denebilir. Sahicilik denen kavramın edebiyatta ne kadar elzem olduğunu öğretenlerden biridir bana. Benim sevdiğim İstanbul da, İstanbullu da, insan da onun yazdıklarındadır, sık sık okurum hâlâ. Özlerim onu okumayı ve okudukça arındığımı hisseder, edebiyatın gücüne inancımı tazelerim.

Refik Halit: Klasik kurguda harikadır bence, mizahı kullanma biçimi son derece özgündür. Ondan hikayeyi öğrendim galiba, bir hikaye nasıl inşa ediliri ve mizahın eleştiri de ne büyük bir güce dönüşebileceğini.

Haldun Taner: Kurguda muhteşemdir, mizahta da ironik dilde de, insan gerçeğini müthiş ayrıntılarla anlatmadaki ustalığını çok severim.

Sabahattin: anlatma biçimini de… Yarattığı karakterler capcanlıdır, olay çok sağlamdır. Bence edebiyatımızın en güçlü öykü yazarlarından biridir. Bütün külliyatı benim için çok kıymetlidir. İyi tahkiye ve sıkı olay kurgusu ne işe yarar o öğretmiştir galiba biraz.

Ahmet Haşim: Dilindeki matematik ve müzikle beni büyülemiştir. Anlamın peşinde koşmanın anlamsızlığını, edebiyatın salt anlamdan ibaret olmadığını anlatmıştır bana.

Yahya Kemal: Kusursuzluğun ihtişamı! Ses, ahenk, müzik! Aruzun başdöndürücü İstanbullu rüzgarı. Bir şiirindeki sözcük içine sinmemiş, şiiri yıllarca bekletmiş ve o sözcüğün peşinden koşmuş, yıllar sonra o sözcüğü yakalamış, işte şimdi şiir oldu demiş. İşte bu titizliği, sözcüklerin birbiriyle sevişmesinin ne kadar önemli olduğunu öğretmiştir herhalde bana.

Şeyh Galip: Kendi çağında yepyeni bir yol yaratmıştır, bütün divan şairleri içinde en sevdiğimdir. Metaforları, sembolleri müthiş özgündür. Yeni bir dil ve anlatım biçimi icat etmenin belki de en zor olduğu bir dönemde bunun olanaklı olduğunu kanıtlayarak aslında edebiyatta anlatım yöntemlerinin sonsuzluğuna inandırmıştır beni.

Orhan Pamuk: Kurgu ve tekniğiyle beni etkilemiştir. Yazma isteğimi arttırır onu okumak. Ele aldığı konuya dair titizlik ve sabırla yıllarca araştırma yapması, her romanda yeni bir teknik bulma çabası ya da yeni bir şey söyleme başarısı edebiyatın bir disiplin meselesi olduğunu öğretmiştir bana.

Edip Cansever: Öykü yazarken acaba Cansever’in tekniğinden nasıl yararlanırım diye Tanımlamaya yanaşmak istemediğim bir yakınlık ve sevgim vardır Edip abime.

Ali: Dilini düşünmüş olmalıyım.

Tanpınar: Romanlarından önce “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” ile beni sarhoş etmiştir. Anlattıkları ve diliyle kurduğu dünyaya okuru çekme gücü olağanüstüdür. Rüya ve zaman kavramını edebiyata konu etme biçimi de beni ona çeken temel nedenlerdir.

Sabahattin Kudret: Bambaşka bir öykü tadı alırım ondan geç keşfetmiş olmaktan dolayı üzüntü duyarım hep.

Oğuz Atay: Yabancılaşan bireyi, modernizmin defektlerini anlatma gücüne olduğu kadar öykülerindeki kurgu yeteneğine de çok ilgi duydum, her öyküde dili de karakterleri de akıl almaz biçimde konuya uygun biçimde değişir. Sağalmayacağına bizleri de inandırdığı birey olma acısı hep vardır yazdıklarında ama o yine de ironisi ve ince mizahıyla bu acıyla dalga geçen yazardır benim gözümde.

Nazım Hikmet: Nasıl sayabilirim ki ondan öğrendiklerimi. “Şiir bilmeyen adam olamaz” cümlesini gönül rahatlığıyla ve kafa tutarak inatla savunmamı sağlayacak kadar beni sözün gücüne inandırmıştır.

Attila İlhan: En çok Cinayet Saati! Bu şiirdeki atmosfer, belirsizlik, gerilim benim öyküde de yapmayı istediğim şeylere yakındır.

Yusuf Atılgan: Anlatım tekniğindeki benzersizlik, dili kullanış biçimindeki sakınımlılık, özgünlük… Yarattığı karakterlerin dünyaya sığamayışları gerçeği çok sahici bir acı uyandırmıştır bende. Edebiyat başkalarına benzemediğimiz için koştuğumuz bir sığınak olduğu kadar okudukça başkalarına benzediğimiz gerçeğiyle bizi irkilten bir sanattır. Ben Atılgan’ı okudukça edebiyatın yakınlaştıran gücünü hissetmişimdir. Bu yalnız yazara değil metne ve oradaki karakterlere gerçek anlamda yaklaştıran bir güçtür. Bu gücü oluşturmak önemlidir benim için, ben de yapabilmek isterim bunu.

İhsan Oktay: Yalnızca yazdıklarıyla ortada olma konusundaki ısrarını alkışlarım. Eski zamanlardaki İstanbul’u çok canlı ve gerçekçi karakterler yaratarak, merak öğesini müthiş başarıyla kullanarak ve Osmanlıcanın da gerektiğinde hakkını vererek bambaşka bir kıta yaratmıştır. Kahraman yaratmadaki başarısına herkes gibi ben de epey kafayı takmışımdır.

Hasan Ali Toptaş: Bir devrimdir edebiyatımızda. Çok, çok beğenirim, hayranlıkla okurum yazdıklarını ama en çok Uykuların Doğusu’nu! Metinlerarasılık denen şeyi çok başarıyla yapar, zekice, yepyeni ve özgün buluşlarla… Dil ve içerikteki özgünlük hep birbiriyle yarış halindedir. Ne dile ne sadece biçime yaslanarak yazar. Kurgudaki zekâsı “yok artık bu sollanamaz “ dedirtir, ama çok da ufuk açmıştır bana. “Başka bir roman mümkün” dedirten eşsiz yazardır gözümde. Okuru anlatıya dahil etme gücü, okurdan keskin bir dikkat talep etmesi, oyun kavramını kullanış biçimi ve elbet zaman kavramıyla oynayışı beni sarhoş eder.

Divan Edebiyatı: Lisede bile severdim, sözün insana kattığı değerin ne olduğunu divan şairlerimizden öğrendim biraz da. Edebiyatın gerçek anlamda değerli olduğu, güzel söz söylemenin alkışlanası bir vasıf olduğu o güzel zamanlara götürür beni o eski şiirler. Onlardaki ince ayarı, mevzunluğu, çarpıcılığı, zarifliği, ince zekâyı, akıl almaz hayalleri çok severim.

Dünya Edebiyatından:

Borges: İllüzyon, sözün büyüsü. Gerçeği her aynada çoğaltma gücü. Gerçeği sorgulatmadaki başarısı ilgimi çok çekmiştir. Kitaplarla kurduğu tutkulu ilişki baş döndürücüdür, kıskanmışımdır hep.

Cehov: Hayatı bıyık altından sevimli bir gülümsemeyle anlatması, o muziplik çok çekici geldi bana daima. Yazmaktan aldığı haz o kadar belirgindir ki… Bütün bir Rus edebiyatını tek başına temsil etme gücü vardır gözümde. Yeni bir konu, yeni bir karakter, yeni bir ironi yaratır her öyküsünde. O kadar yazıp tekrara düşmemek ve her öykünün başlı başına bir eser olmaktaki gücü, toplumla dalga geçmekteki eşsiz mizahi anlatımı… Kıskanırım onu ve aileden biri gibi hisseder, severim çok.

Cortazar: Büyüdür. Onun gibi bir öykü yazarı olmayı çok istedim. İnsanın bilinmezine bilinmez kapılar açar, baş döndürücü bir kurma becerisi vardır.

Dino Buzzati: Büyülü geçekçiliği sevmemi sağlayanlardandır. Bu benim öykümde de zaman zaman yapmayı çok istediğim şeylerden biridir. Başka bir gerçek mümkün dedirtmek çok güzel ya da yanılsamalar yaratmak, yanılsamalara inandırmak…

Dostoyevski: Dili kullanarak insan denen mahlukun beynini ve kalbini satır satır önümüze döken bir cerrahtır o. Nasıl olup da bu kadar sayfa bir durumu, bir duygu durumunu, bir düşünceyi anlatabildiğine şaşarak dönüp dönüp okuduğum, insan ve söz sarrafı Tanrı..

Edgar Allen Poe: İrkiltici bir dünya yaratmak ve okuru kolundan tutup o alacakaranlıkta dolaştırmak… Çok severim, çokkk Poe’yu. Kurgudaki zekâsı ve atmosfer yaratmadaki başarısı anlatılası değil. Tekrar tekrar okuduğumda bile gücünden bir şey kaybetmemesine şaşarım. O kadar taklit edilemez ve milimetrik bir hesapla inşa edilmiştir ki öyküleri yazma isteğimi hem körükler hem köstekler…

Flaubert: Romanlarıyla değil “Saf Bir Yürek”le beni delirtmiştir. Bir öykü nasıl bu kadar sahici olabilir ki!Ayrıntı denen şey bu kadar mı ustalıklı kullanılır?! Hele olay kurgusundaki milimetrik hesaplama ve bunun sanki hiç düşünülmeden yapılmış olduğu hissini uyandırmak!

Gabriel Garcia Marquez: Büyülü gerçekçiliğin dayanılmaz çekiciliği. “On İki Gezici Öykü”nün her biri kanımca başyapıttır! Kurguları, irkiltme güçleri ve yalınlıklarıyla ve elbette başka bir gerçeğe inandırma güçleriyle iştahla okuyup “şu illüzyonu nasıl yapıyor bi anlayabilsem” sorusuyla beni kıvrandıran yazar.

Kundura: Kurgu! Hele bir” Otostop Oyunu” öyküsü vardır. Olamaz bu kadar zekice kurgu, ters yüz eden bir oyun! İnsanı, kadının ve erkeğin çatışan dünyasını anlatma gücüne hayranım. Kadın ve erkek benim öykülerimdeki temel merkezlerden biri, belki bunda en çok da Kundera’nın etkisi var.

Gogol: Zeka ve kurgu. En çok palto! Evet hepimizin o paltodan çıktığı doğru! Şapka çıkarıp yoluma devam ediyorum.

John Fante: Yalınlığın erişilemez bir şey olduğunu düşündürtmüştür bana. Öylesine yalın, olduğu gibi anlatır ki bunun başarılmasının imkânsızlığıyla karşı karşıya kalan okur, hayran olmaktan başka bir şey yapamaz.

Kafka: Ne demeli ki!

Lawrence Durell: Batı-doğu imbiğinden süzülüp akan leylak kokusudur… Bir yere dört farklı gözden bakmaktaki başarısı, kadın-erkek kahramanlarının sinemasal gücü, unutulmazlığı. Gönlüm bağlıdır hala İskenderiye Dörtlüsü’ne.

Nabokov: Tutkuyu onun kadar ustaca kim anlatabilir? Satırların arasında nefes alamaz hale gelmiştim, bir duygu nasıl bu kadar canlı anlatılır? Sorusunu sordurmuş, tekrar tekrar Lolita’dan bölümleri okutmuştur.

Oscar Wilde: İnsanı anlatmadaki zekâsı, kurgu ve dil. Usta ve Çırak öyküleri sollanamaz güçtedir.

Saki(Hector Munro):Eşsiz mizahına bayılırım, kendime çok yakın bulurum onu.

Dünyayla ve doğruların peşine takılıp giden katı duruşlu tiplerle dalga geçmesini bunu yapmadaki ustalığını alkışlarım.

Salinger: Anlatacak bir şey yok sanırsınız, milimetrik ayrıntıları yakalama ve bunları dile dökmede, okuru tedirgin eden, merakta bırakan gerilim yaratma gücü müthiş! Derinden görür her şeyi ve gördürür. Ayrıntı ustasıdır. Çok şey öğrendim ayrıntı konusunda ondan sanırım.

Umberto Eco: Romanları dışında denemeleriyle de bende ufuk açmıştır. Yeni yollar keşfetmenin nasıl olacağına dair onda ipuçları yakalamışımdır.

Firdevsi: Şehname’yi okumak tarifsiz bir haz yaratmıştır bende hep. Çok gözyaşı döktürmüştür bana. İnsanın zaaflarını anlatma gücü, zaman kavramına bakışı, devranın hep döneceğine dair okurda oluşturduğu sahicilik ve korku, diyaloglarındaki kalbe dokunan içtenlik, sözün tılsımı! Sık sık açıp bir bölüm okurum, hafızam tazelenir, yaşasın edebiyat derim. Ne anlatırsa anlatsın, bu olağanüstü güçler arasında bir hikaye bile olsa, sahicidir. Bu sahicilik beni çok çeker.

Hafız: Farsçanın Tanrısıdır! Bir dil hiçbir yazarın/şairin kaleminde Farsçanın onun şiirinde kazandığı görkeme ulaşamamıştır dersem bu çok romantik bir yaklaşım olur belki ama gerçekten uzaklaşmış da olmaz büsbütün. Sözcükler baş dönmesi yaratır mı? İçmeden sarhoş eder mi? Evet Hafız’ın şiirleri bunu yapar

Fruğ Ferruhzad: Tek başına bir devrim yaratmış olması ve bunu yalnız şiiriyle başarmış olması ondan çok şey öğrenmemi sağladı.

Capote: Gece Ağacı’ndaki öykülerle beni başka bir dünyaya götürmüştür. Taklit edilemez bir zekayla kurar yapıyı. Özgün, delirtici, korkulacak kadar zekice… Kurgudazeka üstüne düşünmemi, düşünmemi, düşünmemi sağlamıştır. Hala düşünmekteyim….

Emile Ajar: Gerçeği bütün çıplaklığıyla yalın ve inanılması zor bir ustalıkla anlatması çarpmıştır beni. Süsleyip püslemez; derinden bakar, derini görür ve gördüğünü masumiyetin gücüyle anlatır.

Spencer Hols: Gizemin önemini öğretenlerden biridir. Kısa ve çarpıcı yazmaktaki ustalığıyla etkilemiştir beni.

Eduardo Galeano: Kıpkısa öyküde epeyce yol almamda katkısı olmuştur. Sıkı bir takipçisiyimdir. Dünyayı ve insanı kavramadaki zekasına, duruşundaki demokratlığa hayranım.

Bütün bunların dışında kutsal kitapların hakkını da teslim etmeliyim, en çok da Yusuf kıssası beni çok etkilemiştir, hele ki Tevrat’taki biçimiyle… Unuttuğum çok isim olduğunu hissediyorum, bu yazdıklarımın beni kesmediğini de…Yazan kişinin kendisi “ben bir başkasıdır” ya da “ben başkalarının yeni bir toplamıdır”ı ne kadar başarıyla çözebilir ki?

3.
Öncelikle takip edebildiğim kadarıyla tiyatronun geldiği noktaya bakmak istiyorum. Bütün dünyada bir yeni akım var, Türkiye’ye de sıçrayan ve umut verici biçimde hızla yayılan bir akım bu. O kadar hızla gelişti ve ses getirdi ki eminim hepiniz az ya da çok farkındasınız bu değişimin. Bambaşka bir tiyatro oyuncusu/yönetmeni ve izleyicisi var artık. Bu yeni tiyatronun kendi yeni izleyicisini yaratma gücü de olağanüstü. Yapılanların hepsi fevkalade demiyorum ama yeni bir tiyatro var artık. Çok cesur, sahneleme yöntemi, sesi, ışığı, dekoru, kostümüyle, oyuncusuyla bütünlüklü bir değişim yarattı tiyatro. Çok iyi bir izleyici bulmasındaki temel etken de bence günün ihtiyacı olan oyunu yaratmadaki başarısı. Diliyle de bu ihtiyacı karşılamaya uğraşıyor tiyatro. Tiyatronun yaptığını edebiyat ya da öykü yapamadı bana göre. Fazla sakil, fazla değişimden korkan, ürkek ve titrek adımlarla, çoğu kez tekrarlarla giden bir edebiyat görüyorum baktığım yerden. Umutsuz değilim yalnızca tiyatrodan öğrenecek çok şey var diye düşünüyorum. Bu oldukça radikal değişimin neden tiyatrodan başladığını da düşünmek gerek, sonuçta tiyatro da en az edebiyat kadar “teknik adım ileri bilgisayara!” temposunda koşan bir kitleyi peşinden sürüklemeyi başardı. Bunun hayli genç bir kitle olduğu düşünülürse bu kitleyi bilgisayarından kopardı denebilir tiyatro. O halde edebiyat ne bekliyor? Demek ki güçlü bir seçeneğe dönüştüğünüzde arkanızdan gelecekler var.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder