"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Postfeminist Bir Edebiyat Fanzini: Cin Ayşe!



Anita Sezgener ile Söyleşi

   Sıcak Nal, Mayıs-Haziran 2010, sayı 2.
  
  İlk sayısı 2008’de yayımlanan Cin Ayşe, afili bir ‘kültür sanat edebiyat fanzini’. Beat Kuşağı Kadınları’na ayırdığı, özenle hazırlanmış hacimli ve iddialı dosyasıyla koleksiyonluk bir cilt olan dördüncü sayısı, geçen hafta (Nisan 2010) yayınlandı. Değme ‘basılı’ dergide göremeyeceğiniz “Kadınların dadası” ve “Beden sanatı” dosyaları da önceki sayıların çarpıcı verimleri arasında. Sessiz sedasız yürüyen bu cesur girişim tam bir alternatif kültür yayını. Merakla sözü Cin Ayşe’nin kalbi Anita Sezgener’e bırakıyoruz...


SICAK NAL: Cin Ayşe’nin macerasını anlatsan diyoruz öncelikle: nasıl doğdu bu fikir, nasıl bir derginin eksikliğinin hissedildiğini düşündün(üz) de Cin Ayşe doğdu? 

ANİTA SEZGENER: Feminizmle tanışmam Amargi ile oldu. Amargi’nin çalışmalarından uzaklaştıktan sonra -istekli bir çekilmeyle- bir süre tortop durdum. Ne kadar örgütlülüğü önemsesem de, sanırım huy itibarıyla tekilliklere daha yakınım. Cin Ayşe’yi çıkarma düşünceleri sonrasında olgunlaştı. Amargi deneyimi kadınların bağımsız örgütlenmesinin önemine iyice ikna etmişti beni. Böyle olunca da Cin Ayşe (sadece kadınların yer alacağı bir dergi fikri) doğal olarak kadınların görünürlük projesi olarak ortaya çıktı. Bu, bir pozitif ayrımcılık problemi. Aslında, erkek kotası koymak gibi yaklaşımlar da mevcut ama biraz çekindim bundan sanırım. Şu görüntü geliyordu gözümün önüne: Ayşe ile Suna arkada, atlı arabayı Ali sürüyor, “Manzarayı bırak da biraz biz seyredelim” diyen Ayşe öne geçiyor, Ayşe sürmeye başladığında Ali sürekli direktifler veriyor ona. Ayşe Ali’ye “Arkaya geç” deyince Ali ilkin itiraz ediyor, sonra gönülsüzce arkaya geçiyor, ama bu kez de arkadan karışmaya kalkışıyor. 


Tabii ki benim de bazısını ilgiyle takip ettiğim yayınlar vardı ve hâlâ var: Pazartesi, Amargi, Kazete, Fe Dergi, Feminist Yaklaşımlar, Feminisite, ulaşabildiğim fanzinler, vs. (Adını anmadıklarım için özür dilerim, sadece örneklendirmek için yazdım.) Neyin eksikliğiydi kapatılacak olan diye sorarsan; Cin Ayşe’de daha da fazla sanat ve edebiyat üzerinden gitmek istiyordum. İşe koyulurken özellikle İngilizce yayınları da incelemeye çalıştım tabii. Minicik bir girişim olacaktı. Torbayı patlattım. Orada bir nefes/delik açmak için, küçücük bir nefes alanı. Cin Ayşe ismi öyle bir gece yarısı, beyin fırtınası şeklinde ortaya çıktı. Hani sokakta tam rahatça yapamadığımız hoplaya zıplaya yürüme hali gibi kıpırtılı. Kadınların “dile düşme”si işte bu. Susman beklenen bir alanda konuşan oluyorsun. Sibel Irzık ve Jale Parla’nın derlediği Kadınlar Dile Düşünce: Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet (2004) kitabı etkilemişti beni. Orada kadınların erkekler tarafından yapılmış bir dil içinde yaşamak zorunda olmaları, simgeleştirilip başka şeyler hakkında konuşmanın aracı yapıldıkları için hep erkek dil’ine düşmeleri var. Edebiyatın da hem bu sürecin parçası, hem de onu anlayıp değiştirmenin en yetkin araçlarından biri olduğu vurgulanıyor.

Aynı zamanda bir kahkaha atmış da oluyorsun. Komik olma hali gibi değil de yoldan çıkma hali gibi. Hande Öğüt, Kahkaha: Kadının Vahşi Cinselliği, Vurucu Silahı başlıklı muhteşem makalesinde çok güzel anlatıyor: “Modernlik, ortaçağın grotesk bedenini, özellikle de kadın bedenini ehlileştirmek, uygarlaştırmak adına çalışır. Kadının oturması, kalkması, nasıl konuşacağı kurallara tabidir. Sessiz olmalı, gülmemeli, hele ki kahkaha hiç atmamalıdır.” Kahkaha, hiyerarşi ve resmiyete kafa tutar. Hatta biraz daha kahkaha atmalı belki de Cin Ayşe, ciddi bir duruşu var her şeye rağmen.

Hannah Höch, Indian Dancer
Aslında Cin Ayşe’nin hiçbir yerinde feminist dergi ya da kadın dergisi ibaresi yer almıyor. Belki çok iddiasız ve alçakgönüllü devam etmek istediği için, feminist politika yapmaktan, güncelin nabzını tutmaktan, bir forum görevi görmek gibi amaçlardan çok, başka bir öznellik üzerinden ilerliyor.

Julia Kristeva’nın Belçika’da yayımlanan Les Chiers du Grif adlı kadın dergisindeki konuşma metninin başlığı “Unes femmes” idi. “Topyekûn feminizm yapma ilk başlarda gerekli bir durumdu. Fakat biz kelimesi gittikçe sorunlu bir hale geliyor. Biz değil benler’den bahsetmeliyiz,” diyordu. 

Belirgin amaçlarına geçeyim Cin Ayşe’nin. Bunlardan ilki, kadınların yazdıklarına sansürsüz, genel ahlâkı dışarıda bırakarak, görünürlük kazandırmak. Bütün bu çaba özcü bir çaba olarak eleştirilebilir. Ama ben bunu bir telafi mekanizması olarak görüyorum. Kadının tarihin dışına bırakılmışlığına, itilmişliğine sekte vurmak önemli burada. Zaten şöyle de bir sloganı var: “Hafızalara taze, deltalara su.”

Amaçlardan bir diğeri de, kaz(ı)ma işlemi yapmak. Bu kazı çalışmasının en temel amacı kadının, eril anlayışla kurulu sanat tarihindeki yerini yeniden teslim etmek. Tarihin içinde bir kazıma işlemi gerçekleştirmek için en elverişli yol akımlar üzerinden gitmekti. Bu da Dada kadınları ve Beat kuşağı kadınları dosyalarında çok açık görülebiliyor zaten. Eşcinsel, biseksüel ve trans kadınların görünürlüğünden de, çok kısıtlı da olsa bahsedebiliriz Cin Ayşe için. Çoğalmasını arzu ederim tabii.

S. N. : Cin Ayşe’ye şöyle bir bakınca kadın sanatçıyı/şairi/yazarı merkezde değil de avangardın, deneyselcinin, yenilikçinin içinde aramak tutumu göze çarpıyor. Dada’dan Beat kuşağı’na uzanan bir kadın bakışı sürekliliği var. Kanon içinde değil de yırtıcılar arasında kadının, kadın yazarın yeri bakılan sanki. Bu kendisi de yenilikçi yaklaşım, edebiyat tarih yazımı geleneğine apaçık bir müdahale arzusu, bu anlamda perspektifleri değiştirme girişimi diye okunabilir mi? Modern tarih yazımı pratiği kadınları (batı-dışı v.d. ile birlikte) ikincilleştirmeye çok alışık. Cin Ayşe bunu kırmaya çalışıyor gibi. Bu tercihler hakkında ne dersin? 

A. S. : Avangard akımları seçmem boşuna değil çünkü muhafazakâr, cinsiyetçi, erkek merkezci olmadığı düşünülen bohem, avangard çevrelerin de nasıl kendi içlerinde aynı cinsiyetçi ve ayrımcı tutumu tekrarladığını ve ürettiğini ortaya çıkarmış oluyor bu iki dosya. Genelde sorular şöyle oluyor: “Ya gerçekten Beat kadını var mıymış, ya da Dadacı bu kadar kadın var mıydı ya?” gibi. Sonuçta akademi dışı bir çalışma Cin Ayşe. Ama en çok da kültürel incelemeler, antropoloji, sosyoloji lisans ve lisansüstü öğrencilerinden ilgi gördü şimdiye kadar. Senin de vurguladığın gibi modern tarih yazımı kadınları ikincilleştirmeye çok alışık. Ve Cin Ayşe kesinlikle bunu kırmayı amaçlıyor. Mesela Beat kuşağındaki durum gibi, yeni bohemyanın erkek bakış açısına karşılık vermeye çalışan kadınlar hem baskın kültürün kendilerine dayattıklarıyla hem de akım içinde tanımlanmış cinsiyet rolleriyle baş etmek zorunda kalıyorlardı. Akımın erkekleri tarafından ya ilham perisi ya eş ya da anne olarak görülüyor, sanatsal özellikleri arka plana itiliyordu. 

Peki Dada üzerinden konuşursak, dada şiddetin anlamsızlığına tepkiydi, yerleşik kodları ve dizgeyi kırmak içindi her şey, ama yine de belirli kodlar kırılamıyordu. Kadınlar orada erkeklerle beraber aynı mücadeleyi vermiş olsalar da daha az görünür oldular, neden?


S. N. : Postfeminist bir edebiyat fanzini Cin Ayşe. Postyapısalcı düşüncenin tedrisatından geçmiş bir feminist eleştirelliği başta edebiyat olmak üzere kültürün tüm alanlarına yöneltiyor... 

A. S. : Cin Ayşe edebiyatla ve dille yakından ilgili olduğundan, postyapısalcı Fransız feminizminin dil ve kültür kuramlarına sokulması elzemdi. Özellikle Hélène Cixous’ya. Zaten Hélène Cixous’yla açılıyor ilk sayı. O söyleşi neredeyse bir manifesto niteliğinde Cin Ayşe nezdinde. Şöyle ki, “politik olanın kendi üzerine söz söyleyen öznenin söylemiyle başlaması”, “edebi eylemlerin dönüştürme, politik yaptırım ve devrimsel gücü olduğu”, “dili gramersizleştirme, kendi bedeninde başkalarından sesler taşıyabilme kapasitesi”. “Sınırlarla kuşatılmış edebiyat, edebiyat olamaz” cümlesi özellikle. Cixous’nun, ataerkillikle mücadelenin kadının daha çok yazmasından ve kadın edebiyatından geçmesinin, kadının özgürleşmesi için önemli ve gerekli bir yol olduğunu vurgulaması. Baskın olan, mantık ve düzene çağıran fallosentrik dilden uzaklaşmak ve bedenle dilin ilişkisini kurmak. “Bedeni sansürlerseniz nefesi ve konuşmayı da sansürlemiş olursunuz. Kendinizi yazın. Bedeniniz duyulmalı.”

Hélène Cixous bizi écriture féminine kavramıyla tanıştırıyor “The Laugh of The Medusa (Medusa’nın Kahkahası)’da (1975). Eski Yunan mitolojik anlatılarının ve fallosentrik, yani Freudcu ve Lacancı psikanalizin üzerine giderek baskın eril kültürün ve dilin eleştirisini yapıyor ve kadının bedeniyle konuşmasının ve kadın kahkahasının önemini vurguluyor. Medusa’nın ölümcül olmadığını söylüyor. Ama yine Hande Öğüt’ün Kahkaha: Kadının Vahşi Cinselliği, Vurucu Silahı makalesinde belirttiği gibi, “Medusa önce bir “yaklaş” bakışı atar, sonra “yaklaşma, yakarım” der gözleri; insanın yüzüne gülerek onu incitmekle kalmaz, alay da eder.”

Luce Irigaray da kadının bedeninin her yerinin cinsel organı olması dolayısıyla dilinin de erkeklerinkinin aksine her yöne doğru yayılan, difüze bir dil olduğunu savunuyor. Kristeva’nın kavramlaştırdığı dişil (feminine) dil, ödipal öncesi dönemde anneyle çocuk arasındaki füzyondan çıkan bir dil. Kristeva bunun, ataerkil kültüre yönelik bir tehdit olup kadınların yaratıcılığı için bir araç olabileceğini söylüyor. Psikanalitik geleneğin ihmal ettiği bu dönemin, öznelliğin ve dilin gelişiminde önemini vurguluyor. 

Ya Kristeva’nın isyan için söyledikleri: “İsyan, dediğim ruhsal faaliyet tipi bizde yok ve bu da tehlikeli bir durum çünkü yokluğu durumunda iki muhtemel güçlükle karşı karşıya kalırız: bunlardan biri psişik alanın kendini kapatıp çelişkinin kendini bedensel hastalık olarak dışa vurması hali, yani ‘somatizasyon’, diğeri de şiddet, vandalizm ve savaş eylemlerinde bulunmak.” “Bu yüzden, Yaşasın İsyan!” Bundan güzel slogan olur mu?

S. N. : Edebiyat dünyasının kendi işleyişi içinde erilliğin yerini nasıl yorumluyorsun?

A. S. : Edebiyat dergilerinde hüküm süren eril yaklaşımlara gelince, rekabetçi bir ortam söz konusu. Yayın kurullarına, yazı işlerine, yer alan şairlere, yazarlara baktığımda erkek yazarların ezici bir çoğunluğu var. Bunu, kadınları marjinelleştirmeyelim, onların bizden ne farkı var, “biz eşitiz” diye yaptıkları için kadın kotası genelde bir sorun teşkil etmiyor gibi görünüyor. Ama dergilerde kadın görünürlüğü hâlâ sorunlu bence. Tabii 19. yy’daki gibi değil elbet, kadının yazma ediminin histerik bir “duygusallık” olarak görülmesi gibi yaklaşımlar yok, iyi ki. Ama bir hayret edası var sanki hâlâ. Kendine ait odalar artık çok. Şiir üzerinden konuşacak olursak, neden bu kadar uzun bir zaman aldı kadınların şiir yazabileceğinin kabullenilmesi? Hâlâ bir yerlerde kadınlardan büyük şair çıkmaz diyenler var eminim. “Büyük anlatılar” kadınlara yakıştırılmaz hiç.

S. N. : Cin Ayşe sayılarını topluca ele alınca ne kadar ciddi bir emek ürünü olduğu daha bir fark ediliyor. Çok kaliteli fanzinler üretiliyor burada dedirten bir çalışma. Tasarımdan baskıya giden özen bir fanzinde karşımıza çıkınca başka bir mesaj taşıyor, bir farklılaşma arzusunu işaret ediyor. Fanzin estetiğinde fanzin değil diyebilir miyiz Cin Ayşe için? 

A. S. : Cin Ayşe’yi fanzin olarak çıkarma meselesi de şöyle: Aslında son sayıyla beraber herkes bana “Sen buna fanzin mi diyorsun?” demeye başladı. Ben de fanatik magazinse işte diyorum ama gerçekten de fanzin estetiğine çok uzak aslında. Biraz daha steril, daha az kaotik, ne yazık ki ücretli ve yaygınlaştırılması biraz daha zor. Bir de hacmi yüzünden insanlar fotokopi çekip birbirine elden ele geçiremiyorlar. Ama dosya çalışınca da ister istemez belli bir oylumda olmak zorunda oluyor. Ama problematikleri ve alternatif, bağımsız bir çizgide yürüme isteğiyle fanzine daha yakın durduğu da bir gerçek.

S. N. : Cin Ayşe çevirilerden ibaret değil elbette. Kadro dinamik: Pınar Asan, Halide Edip Demir, Dilek Aydın, Meryem Oruç, Cansu Özkan, Anita Sezgener, Zeynep Talay, Özüm Hatipoğlu, Elçin Türkmen, Türkan Karagöz, Özgül Akıncı, A. Deniz Üster, Dilek Aydın, Nurgül Öztürk... Yaratıcı çalışmalar, çeşitli deneylerin gerçekleştirildiği şiirler ve metinler de yayımlanıyor. 

A. S. : Cin Ayşe’de çok az yerli yazar var. Onlar da popüler kişiler değiller, bence o da önemli, “A ben onun ismini hiç duymadım ama” denilen kişi güzel güzel de yazıyor işte. Bu anlamda genel edebiyat ortamına bir kafa tutma hali de var. Aslında Cin Ayşe’nin daha yerel olması konusunda birkaç eleştiri de almıştım bir ara. Herkes de koşup benim yazılarım, şiirlerim Cin Ayşe’de çıksın demiyor ki, bir de o var.

S. N. : Bir de disiplinlerarasılık meselesi var. Cin Ayşe’de başka disiplinlerin gölgeleri de dolaşıyor edebiyat dışında...

A. S. : Cin Ayşe’de disiplinlerarasılık meselesi var ama bu daha çok o konunun gerektirdiği yaklaşım neyi talep ediyorsa ona göre de belirleniyor biraz. Mesela beden dosyası edebiyat üzerinden değil de daha çok güncel sanat üzerinden gitti. Benim kendi çalışmalarım, daha çok şiir ve düzyazı şiir üzerinden gidiyor ve feminist imlâ (ki tam sürmedi son sayılara doğru) ile bazı yazarların cinsiyetçi ve haliyle sağcı yaklaşımlarına müdahale etme arzum var.

Son olarak, tanınmış isimlerin yanı sıra görünürlüğü, duyulmuşluğu az olan, daha önce bahsedilmeyen kişilere doğru açıldığı için yolu açık olsun diyorum Sıcak Nal’a!
Rebecca Horn, Unicorn


cinaysefanzin@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder