"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Alakarganın Sise İlticası

 Uğur Büyüktezgel
 Sıcak Nal, Mart-Nisan 2010, sayı 1.                                                            

 “…Gökyüzü kargaların olanaksızlığıdır…”
                                                                                           Franz Kafka

    Uzun ve rengi kaçmış, genç kızlığında çeyizini hazırlarken boyun kısmına işlediği patiska gerdanın teyel yerlerinden sökülüp, bir tür boyunbağını andırdığı geceliği bacaklarından kayıp suyunu ısıttığı güğümün yanına düştü.  Kalçaların dibi beze tutmuş, mosmordu. Çoraplarını diz altlarına kadar sıvamıştı. Sutyeninin kopçalarını açmadan, boynundan çekerek çıkardı. Meme uçları iri tüylü, esmerdi. Neredeyse çeyrek asır sonra ikinci kez gebe kalışının ilk ayları, göbek derisi yeni yeni kalınlaşmaya yüz tutmuştu. Kaynar suyun ılıyıp ılımadığını ayakucunu değdirerek ölçtü ve bileğiyle güğümü somyanın paslı demirine çekti. Okunmuş tülbendi yastığın altından çıkardı. Köşedeki hurcun dibinde sakladığı merhem kavanozunun ağzına bastırıp ters çevirdi. Uzun yağmurların ardından bastıran sıcaklarda, üşenmeden, nerden bakarsan altı aylık yetecek kadar küfeler dolusu kurumuş akçıl mantar toplar, zeytinyağında kavurup elekten süzdürür, tavşan ya da sincap bulamadıysa bahçedeki kurdun safrasıyla karıştırır, okunmuş cam kavanozun içinde, kümeste kuluçka sıcaklığında günlerce bekletirdi. Kokusunu hissetmeyecek kadar benimsemişti artık. Rengi de pek bir şeye benzemezdi. Gerçi kıvamını tutturmak için kaşığı içine daldırdığı hiçbir an, ümit etmenin aslen vazgeçmekten ibaret bir şey olduğunu, ne zehir gibi kokusu, ne de acımtırak tadı hatırlatırdı ona.


   Kıvrılmayan bacaklarını araladı. Tülbendi suya daldırıp çıkardı, sıkabildiği kadar sıktı. Bezi, sepsert derisini yırttı yırtacak bir kanca gibi kasılmış şahdamarına koyup, yorgun yüzüne baktı. Göz dipleri kan tutmuş tavana bakıyor, iki dudağı reçine sürülmüş gibi birbirine yapışmış, uzun aralıklarla ve sessiz soluyordu. Ovuştura ovuştura erkekliğine kadar indi. İlkinde yumuşatamazdı pek. Tekrar boynuna kadar ovarak çıkar, yeterli gelmezse tülbende biraz daha merhem sürer ve sıcak suda bekletirdi. Kasıklarının soğukluğunu, organının sertliğine rağmen hissizliğini giderebilmek için saatlerce uğraştığı, gün yeni yeni ışırken kirlenemeden abdest almaya yollandığı çok olurdu. Sanki bir tarafın esirgenmişliği, diğerinin yoksun kalmışlığıyla iş birliği yapardı ve bitimsiz bir sakınma haline dönüştürüverirdi gecenin en ücrasına kadar sinen merhemin kokusunu.

   Yaşadığını zannettiği ne varsa, onunkiler gibi kabullendiği, o, günlerce hiçbir şey ağzına götürmemişken karın bölgesine aldığı darbelerle kıvrandığı vakitler,  kadın da yalnız başına uzandığı sedirde, bedeninin derinliklerinde hayatta kalmaya çalışanı öldürmek istercesine rahim ağzına bastırarak nefessiz bırakırdı. Fakat sanki enzak altında kalmış çaresiz birinin içeriden çırpınışlarına dayanamaz, kusarak kalkardı yataktan. Odayla banyo arasındaki dar koridorun karanlığında bastığı yeri bile hissetmediği olurdu. Göz gözü görmez hücrede cezalandırılanın, asıl kendisi olduğunu bir defa daha tekrar eder fakat bir türlü o’nun gibi kilitlenip kalamazdı. Ardından bir şüphe düşerdi içine, yaralayıcı bir endişe. Ne olduysa aslında, o duvarlara dokunup sürtünür ve sarılırken, erkeğinin, bir garip ve anlatılabilmesi için henüz keşfedilmeyen, daha doğrusu ırzına geçilmemiş bakir bir dil gereksindiren, o mesafe tanımaz dokunuşlarını kilometrelerce öteden hissettiğini bilirdi. Fakat karanlık hücrenin sessizliğini hırpalayan, çatıdan damlayan kireçli yağmur damlalarının eşliğinde, bilakis ve hatta inadına hissetmemek istediğini ve bunu ikisinden de sakladığını düşündüğü olurdu. Hele ki ilk zamanlarda, özellikle koridorun ortasından o’nun yokluğuyla dolup taşan odalarına doğru bakıp,  lanet olasıca bu azmiyle, Allah’ın kendinden üflediği ruhunun içini boşaltıp bedenini kurutana kadar sabredebileceğini, bunu başarabileceğini düş eder, ürkerdi. Ya gün gelir de yaradanın sabrını taşırır ve bir daha geri dönemezse diye evhamlanır, eli ayağı titrerdi.

   Tülbendi parmak uçlarında düzeltip önce ucundaki el işine baktı, sonra da taş sertliğindeki diz kapaklarına bastırarak apış arasına eğildi. Dilini çekinceyle ucuna değdirdi. Kimi geceler, bu ümitsiz çabasının verdiği buruklukla daha da kötü düşüncelere saplanırdı. Ne o, ne de kendisi suçlu değildi, bunu hissediyordu. Sadece cezalandırılmıştılar ve şimdi de erkeğinin tek yaptığı kusursuz bir hissizliğe ermeye azmederek acısını dindirmekti. Hiç ama hiç direnmiyordu.
Sonsuza değin yaşayacak olsak bile, sanki ikimiz adına bu dünyanın efendilerinin önce beni, sonra da seni cezalandırdığını mırıldanmıştım bir vakit, anımsıyor musun? Fakat benim adıma seni cezalandırmış olmalarına sabredemiyorsun bir türlü, biliyorum.

   Üzerinden kalktığı ve üryan üryan dilendiği de olurdu bazen kadının. Dileğinin mi ya da dilencinin mi diyelim, kuru kuru aktığı ve korkunun içine mazbut bir sisli hava gibi çöreklendiği, her şeyi kabullenmenin artık hiçbir şeye sahip çıkamadığı an geldiğinde telaşlanır, merhemli tülbendi sıkabildiği kadar sıkar ve bedenini ovuşturarak yumuşatmaya çalışırdı. Elleri sızlayıp onun gibi katılaşana kadar vazgeçmez, tırnaklarıyla göğsünü kanatana kadar pençelediği olur, tülbent kan içinde kalırdı. İki yanından bezi gerdirebildiği kadar gerdirdi ve hurcun üstüne fırlattı. Karın deliğine kadar sarkan memelerini okşamasını istiyordu, sol elini avucuna aldı, parmaklarını pulluk gibi açtı ve yaslandı, sıkarak kapattı. Öpmesini istiyordu, ensesinden tutup kendisine doğru çekti, dudaklarını yaladı. Kıpırtısız gözlerinin ardında cayır cayır kaynayan, utanmakla tiksinmek arası bir kıvamda bir his saklıydı ve insanın içine çöreklendikçe yutkunabilmek için bile nasıl bir şahitsizlik gerekse artık, takırdayıp duran pencereyi usulca kovuğuna oturtup, perde salınır da ses çıkarır diye de diğer eliyle de sımsıkı tutar, kıpırdamasına izin vermezdi. Boynunu bıraktığı gibi yastığa düştüğünde, kadın, sanki zamanın umutsuzca dalgalandığını hissetmiş gibi saçlarını önüne savurup, eğildi ve yeniden sarıldı, gözlerini kapattı. Kaygıdan bakamıyordu onun gözlerine, ne yaparsa yapsın, her geçen an daha da uzaklaşıyorlardı ve o hiç bir şeye, bırak kaskatı bedenine, pencerenin kavuğunda pusmuş onları gözleyen bir gözü yaban diğeri kör bakan alakargaya bile içli içli bakıp içinden dillendiremezdi, tıpkı şimdi de dile gelen hiçbir şey olmadığı gibi.

   Olsaydı da zaten, sanırım epi topu,  çıplak, esrik ve kilitlenmiş hatta sakatlanmış bir cümle çıkardı ağzından.

    Bedeni hakikaten hırpaniydi kadının. Kalçasında yumrucuk iriliğinde üç tane beni vardı. Deliğinin çevresi pütürlüydü. İki parmağıyla araladı biraz ve diğer eliyle de kaskatı erkekliğini doğrultup üstüne oturdu. En derinine kadar abandı. Her zaman ki gibi hissettiği ne haz, ne de acıydı. Kalçalarını titreterek gidip geldi üstünde. Salınırken memesi parmaklarından ayrılmıştı, bileğinden tutup tekrar sıkmasını sağladı. Koltuk altlarından kavrayıp kaburgalarına kapandı. Bedeninin içinde sıkışmış varlığını uzun aralıklı nefeslerle içine doldurdu. Tüm ağırlığıyla yükleniyordu üstünde, dakikalarca hiçbir şey düşünmemeye çalışarak, kendini öne verip geri çekti. Kupkuruydu, ne kadar zorlarsa zorlasın ıslanamıyordu.  Deliğinden çıkmıştı ama o gayretle sürtünüyordu. Ter içinde kalana kadar sürdü, kasıklarındaki merhemin ağır kokusu yayılıverdi odaya.  Daha sıkı sarıldı, gövdesini tüm kuvvetiyle kıstırdı. Onunda sarılmasını istiyordu. Bileğinden tutup sırtına koydu, biraz gezdirip bıraktıysa bile, kabuk bağlamış nasırlı elleri hala pulluk gibiydi. Göz bebeklerinin nemi kopkoyu kıllarının arasından süzüldü.
Biliyorum biliyorsun, delikanlılığıma, hatta çocukluğuma kadar an be an kıyıldığımdan eminsin.
   
   Adı konulamayacak kadar niceliksiz bir aralık bile olsa bu yaralı anlar,  bu kıyıma o kadar çok şahit olmuştu ki, geçmişinin üzerine yıkıldığı bir zelzelenin altında kıpırtısız yatmaktaydı sadece. Her kim ise kurtaran, kuyudan çıkaran, getirip kapısının önüne bırakan, binlerce şükür duası okuması gerektiğini kendi kendine tekrarladı. Bu esnada içten içe o’na sevdalı sözlerde fısıldamaya başladı. Asıl cezanın, onun bu yaralı yaban kuşu gibi bakan gözlerinin içinde hapsedilen sevda olduğuna akıl sır erer mi, bilemiyordu. İnadına sevişerek,  hem o’nun hem de kendi günahlarından arınacağına inanmıştı bir kere. Yavaşlayıp ter kokusunu içine çekmek için son kez sarıldı, havada asılı duran eli indirip göğsüne yasladı.
Eğilip kulağına fısıldadı içinden geçenleri…

   Günün ilk saatlerinde, erkekliğini burulmuş çarşafla silerken, ucundan sızıntı gibi aktığını gördü. Battaniyeyle hemen üstünü örttü. Huzurla öfke arasında belli belirsiz titriyordu ve bittabi ivazsız ve acımasız bir utanma hissi bastırıvermişti birden. Üşümesin içindi hâlbuki. Yataktan kalkerken tüm vücudunu saran ve tüylerini diken diken eden o muazzam kemirilme hissiyle birden başı döndü, sendeledi. Duvara yaslanıp yatağa baktı, akabildiyse bile yine de zerre can gelmemişti yüzüne. Yağ derdi eskiden, içime yağ, damarlarıma yağ, hani teslim olmaya azmetmiş gibi değildi de, biraz kendi gibi, biraz da o’nun gibi, arzu arzu arzulamanın, arzunun kendisini henüz ölüm orucuna terk etmediği günlerdi.

    Yaslana tutuna daracık holden geçerken sanki bizzat havanın üstünde yürüyor gibiydi.  Diğer sabahların aksine daha zor geçecekti bu kez. Nasırlı tabanları ve şişmiş parmakları, kerpiçlerin çatlaklarını örttüğü yünlü kilimin keçe lekesine değer değmez anladı bunu. İhtiyarların yattığı odanın kapısı kapalıydı. Üst menteşesine çakılı ceviz iriliğindeki ampulün kor kırmızılığına baktı. Kilit yerindeki ipliğe ve duvardaki çiviye tutturmaya çalıştı, ama titreyen elleri izin vermedi. Oturma odasına kurduğu beşiğin(e her gün daha da azap verici bir cebelleşmeye dönüşmek üzere olan tuhaf bir özençle, üstüne söz gelimi bir gün iplikten sümbül resmi işlediyse, ertesi gün teyellerini söker, nergis işlerdi) de kıpırtısız durduğunu umdu ve banyoya yöneldi. En dipteki yer musluğunun kenarına, dizlerini kırıp çömeldi. Musluğu açmıştı açmasına da, altına uzanamıyordu. Gözünün gördüğü her şey bir genleşip bir küçülüyor, sanki bir tek o sabit, duvarlar önünde eğilip bükülüyordu. Alnındaki teri sildirdi bileğiyle. Külçe gibi ağırlaşan kafasını taşıyamadı ve duvarın dibinde kaykıldı. Az ilerisinde eğreti biçimde toplanmış dar ağızlı hortum, berisinde plastik leğen, pütürlü sünger ile kalın şişlerle ördüğü sabunluk gibi, o da tek tük kabarmış mavimtırak fayansların üstünde öylece bekliyordu. Tam kapanmamış kapının aralığından koridora baktı. Yatak odasının ışığı hala açıktı. Kocasının ölümle yaşamın arasında sarkaç gibi savrulan ruhunun hapsedildiği bedeni hala taş gibiydi. Kendine gelmiş olsa şimdiye (şakaklarında ki katlanılmaz sızıyla rağmen toparlanır, giyinir, ışığı kapar ve kapısını yavaşça kovuğuna oturtturur, içerden kilitlerdi) yanına çağırmıştı bile.

Sarılıp uzun uzun koklamıştı oysa, koklamamış mıydı?

Gözünü aralıktan kaçırdı kadın, oturduğu yerde titrediğinin farkında bile değildi. Uzanıp dizlerini içine çekip kıvrıldı. Kendine inat edip çocukluğuna hatta bebekliğine varasıncaya kadar hatırladı. Kollarıyla göbeğine kapaklandı. Ne kadar kasılırsa kasılsın, insanın içini dışına akıtmaktan daha da beter eden o kemirilme hissiyle baş edemiyordu.  Tüm kuvvetini toplayıp öğürmeye çalıştı ama daha beter devrildi. Her şey bir yana,  karnına saplanmış ağrı dayanılacak gibi değildi. Bacaklarını açtı, su baldırlarına kadar yükselmiş, orasını ıslatıyordu. Suya önce kanı karıştı, lok lok damlacıklar halinde dağıldı. Kadınlığı kendi kendiliğine genişledi ve tertemiz bir sıvıyla aktı bebek. Sancıyla elini ağız yerine bastırsa da, parmak aralarından süzüldü, fayansların kireçlerine karışıp levazım deliğinden akıp gitti. Nispeten debelendiyse de doğrulamadı annesi. Kasılan gövdesi hiçbir şeye izin vermiyordu. Bir aralık, kapının gıcırtısıyla, içeri sızan loş ışığı örseleyen belli belirsiz gölgeyi gördü, korktu,  kapının ardında hiç kimsenin olmaması için kesik kesik, sayıklanırcasına yutkundu, bu yorgun ve kadın giyinmiş kuzgun.

   Dışarıda ise lapa lapa yağan karın içerisinde bir çift göz, tüm isimsiz ve unutulmuş artık hayal meyal bile olsa hatırlanmak istemeyen, belki de sırf bu sebepten kendisini hiçbir zaman aralığında ötelenmiş bırakmayacak, her bulduğu yarıktan, göçükten ve dahası çatlaktan sızacak olan hakikate bekçilik ediyordu. Oysaki kargaların örgütlü kuşlar olduğu bilinir ve yalnız gezmedikleri dile gelir. Kendisine şimdilik bu köyün semalarını mesken belleyen ise tecrit edilmiş, yarı yarıya boz’a çalan tek gözü kör bir alakargaydı. Az biraz daha bekleyip havalanmış, bodur minarenin sivri ucuna tutunmuştu. Alacakaranlıktan sabaha devrilen köye baktı son kez. Gagası lapa lapa beyazlayan meydan yerinden, örtünmüş virane damlara çevrinip duruyor, ters dönmüş pulluğun koskocaman tırnakları, göğü avuçlamak isterken her geçen an biraz daha kara gömülüyor, görünmez oluyordu. Şimdi istikameti bir küçücük hücrenin daracık deliği idi, burnunda tüten paslı demir kokusunu soluya soluya yolu bulacağından, bir iki önemsiz pikenin haricinde kasvetli bulutların gölgesinde kaybolmayacağından pek emindi. Üstelik çeyrek asırdır duyduğu çığlıkları da ondan iyi kim bilebilirdi?  En azından meydan yerine kadar irtifa kaybetmedi

Düşecek bir yıldırımı çekip yerin metrelerce altındaki jeneratörüne en az bir sorguluk yetecek kadar elektrik transfer edeceğini bildiğinden, genellikle paratonerin ucuna konmamaya özen gösterirdi alakarga. Gerçi bu sabah demir çubuğun en ucuna kazık gibi tırnaklarını geçirmiş, açlık grevinde olmayan genç mahkûm kadınların,  kısıtlı bahçe gezilerine gardiyanlarca itilerek kakılarak, kısmen de dövülerek sürgün edilişlerini izliyordu. 5 no’luda mütecaviz zamanı belleklerden ve dahası koca taş yapıdan temizleyen bir güne daha uyanılmaktaydı. Kanatlarını sevdim alakarganın, ölüm orucunda bir hamile direnişçi vardı hani, eğer öldürülmediyse, tek başına tutulduğu hücresine götür beni… O ise bildiğini okudu ve kasvetli binaların diğer yakasına, uykuluklar koğuşunun izbe güneşliğine doğru yol aldı.

Erkekler hücresi, fakat işkence görenlerin değil, artık işkence işlemez hale gelmişlerin. Diğerlerinin ki, binanın çok daha alt katlarında rutubet ve is kokulu hücreler. Şu aralık, paslı demir parmaklıkların arasına gagasını sıkıştıran karganın tek gözünden gördüğüm manzara donuk ama yeterince hazin.  İşi bitmişlerin ya da ebedi bir balmumu uykusuna yattı yatacakların, o halleri ile bile hala aralarındaki hiyerarşiye bağlılık göstermeye azmettikleri,  konuşamasalar dahi yerin altındaki kanalizasyon kuyularından yeni getirilen biri olursa nerelisin diye sormanın, yani kısaca memleketçilik yapmanın ihanet kabul edildiği bir oda. Ritüel basit, eğer yeni biri getirilip küflenmeye bırakılacaksa, önce yeterince kıpırtısız kalmış ve haliyle bir çöp konteynırında veyahut bir kuyuda, kazaen bulunsa bile ölü zannedilecek bir kıdemliyi çuvallayıp çıkarıyorlar, onun yerine de yenisini koyuyorlar.

Hafifçe başını okşadım yine karganın, aklımda hala o kadın direnişçi, çok oldu göstermedin bana. İrkilmedi hiç, biraz da inat etti, besbelli yeni birisi gelecek.

   Yarı çıplak, gövdelerinin büyük bir kısmı içeriden kanayan ama kıpırdayamayacak halde uzanan genç yaşlı erkeklerin arasına getirilip fırlatıldı bir adam. Koltuk altlarına tutuşturulmuş elektrik penseleriyle kollarını, kasıklarına yediği darbelerle de bacaklarını kullanamadığından bıraktıkları gibi kaldı. Cinsel organına bağlanmış bir hortumla tuz ruhu verildiği belli, ayakları da bileklerinden kesilmiş demek ki karda yürütülmüş olsa gerek. İzbe basık küçücük bir odanın içinde betonun üzerine nasıl fırlatıldılarsa öyle yatan bu insanlar arasında bir tek o, duvarların çatlaklarından dışarıya sığacak kadar çığlık atabiliyor. Gözyaşlarını duyuyorduk son gelen adamın, görmüyorduk. Bir başına tecrit altındaki direnişçi hamile kadın da, karnındaki bebeği de duyuyor olsa gerekti. Son olarak da yüzünün yarısı pürümüzle yakılmış, bu son numune erkek mahkûm inildemeye başladı. Ta ki sessizliğe devrolana kadar, odadakilerin neredeyse tamamına yakınının, onun kıvranışıyla kendilerini var edebildiklerini fakat içlerinden en kıdemlisinin ölümüyle birdenbire sanki kendileri ölmüş gibi sevineceklerini de biliyorum. Kapatılmanın, esir alınmanın ve elbette topluca işkence görmenin en temel kaidesidir, birinin taze taze can çekişmesini, ondan biraz daha uzun zaman geçirmiş bir diğerinin sessizce hayattan düşmesi dengeliyor.

   Hâlbuki alakarga kanat çırptıkça ben ancak mırıldanabiliyorum. O ise, sabahın sisine içleniyordu. Hani, olan biten ne varsa kokusunu aldığın ama göremediğin malum sise iltica etmek, içinde kaybolmak istercesine. Yaşlanmıştı artık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder