Makbule Aras
Sıcak Nal, Mayıs-Haziran 2011, sayı 8, Takip.
Halklar ve edebiyatları üzerine herkes istediğini söyleme özgürlüğüne sahiptir elbet ama söylediklerimizin reel düzlemde bir dayanağının olması ve her şeyden önce de ne söylediğimizin anlaşılır olması gerekir. Şair Hayri K. Yetik’in Notos dergisinin son sayısında (sayı 27) “Uyuşturucuya Dönüşen Farsça Anlatılar” başlığı altında talihsiz bir yazısı yayımlandı. Yazının, derginin “editörlüğü” sorguladığı sayıda yayımlanmış olması ise başlı başına bir skandala dönüşmüş; zira benim saptayabildiğim kadarıyla dört sayfayı bulmayan sözkonusu yazıda toplam 16 evet, tam 16 anlatım bozukluğu var. Yazıdaki dilin amatörlüğüne bir de bu anlatım bozuklukları eklendiğinde ne söylendiğinin anlaşılması için dönüp tekrar tekrar okumayı dayatan tam da “editörlük zor sanat” sayısına kapak olacak cinsten bir sonuç çıkmış ortaya!
Hemen başlıktan başlayarak kendini gösteren indirgemeci/küçümseyen/yargılayan bakışı, yazının tamamında görmek mümkün. Hayri Bey belli ki İran edebiyatı üzerine bazı araştırma(ma)lar yapmış hatta öyle ki kronolojik düzlemde bir edebiyat tarihçiliğine bile soyunur gibi olmuş. Bu edebiyat tarihçiliğinin nesnelliğinden, bilimselliğinden söz etmek elbette mümkün değil. Beni bu yazıyı yazmaya götüren ise içerikten önce yazıdaki üslup oldu. Bir ulusun edebiyatı üzerine ahkam keserken her şeyden önce bunu yapacak donanıma sahip olmak gerekir ki söz konusu yazı, bize bunun ipuçlarını vermiyor; aksi takdirde Türk edebiyatını Nâzım’dan, İran edebiyatını Sadık Hidayet’ten ibaret görerek iki edebiyatı birbiriyle kıyaslamaya girişen “bakın bizim edebiyatımız daha gelişmiş” diyen bir üslupla karşılaşmazdık.
Temelde İran edebiyatının modernleşme sürecinden söz ederek giriş yaptığı yazıda şair Hayri K. Yetik, İran’ın modernleşmeye hem siyasi düzlemde hem de edebi düzlemde bizim rotamızda başladığını, bizi referans aldığını söylüyor. Ancak bu modernleşme sürecini bizim kadar başarılı(!) tamamlayamadıklarını hemen ekliyor ve bunu da İranlı yazarçizerlerin fazla ulusçu ve dindar olmalarına bağlıyor. Dolayısıyla da modernleşmeye giden yolda onlar sürekli tarihi konulara gömülüp kalmış ya da mistik esintilerle afyon ruhu gibi insanın içini bayan konularda yazmayı sürdürmüşlerdir, diyor kabaca. Hal böyle olunca da bizim gösterdiğimiz aşamayı gösterememişler.
Şairimize göre Türk edebiyatı ulusçuluk veya din tuzağına düşmeden seküler bir edebiyat yaratabilmiştir. “türk tarih ve dil tetkik cemiyeti tarih referansını ırkçılık boyutlarına dek götürür ama romancıların bu resmi tarihe ilgi göstermediği söylenebilir” diyebilen bir şairin Türk edebiyatını ya da Türk romanını bildiği söylenebilir mi? Bunların ardından yazı Nâzım ve Sadık Hidayet odağında akla zarar bir noktaya evriliyor. Türk edebiyatını temsilen seçtiği Nâzım için şunu söylüyor Hayri Bey: “Marksizmi ve materyalizmi çok iyi özümlemiştir [dikkat edin özümsemiş değil!] Nâzım, büyük bir şanstır bu açıdan da Türkiye için. Hidayet ise karamsar mistik ve teslimiyetçidir” Heyhat! Bunları söyleyen şairimiz, hemen bu alıntının birkaç cümle öncesinde de Nâzım için “bir mümin, bir dava adamı olduğu söylenemez” diyor. Marksizmi ve materyalizmi çok iyi özümseyen pardon özümleyen Nâzım dava adamı değilmiş! Her şeyden önce şairimiz neden bu iki ismi seçmiştir ve ne yapmayı istemiştir? Bunu anlamakta zorluk çektim. Bu iki isim, yazıda belirtildiği gibi salt “birbirinin akranı” olduğu için mi seçilmiştir? Yazısının başında İran edebiyatından daha çok modernleşme ve roman odağında söz eden şair, neden bizden de bir romancı seçmemiştir karşılaştırma için? Yoksa Sadık Hidayet’le “akran” bir romancı bulamamış da neyse bizden de en iyisi Nâzım’ı seçeyim de ne parlak bir edebiyat yarattığımızı görsünler diye mi düşünmüştür?
Doğrusu ben kendi adıma Türk entelektüellerinin her konuşmada, her yazıda bir şekilde yalnız Nâzım’dan söz etmelerinden hep onu referans almalarından fena halde sıkıldım. Bunun hem Nâzım’a hem de diğer yazar ve şairlerimize çok büyük bir haksızlık olduğunu hatta ve hatta şiirinden söz etmek yerine ideolojisiyle büyülenmeyi seçmenin Nâzım’a zarar verdiğini düşünüyorum. Hele ki böyle bir yazıda Nâzım’ın referans gösterilmesi o kadar çocukça ki ve hatta o kadar komik ki! Bir çocuğun durmaksızın babasıyla övünmesi gibi. Hidayet’i “karamsar, mistik ve teslimiyetçi” bulan şair, “Nâzım, cezaevinde, kalbinden ve romatizmalarından mustarip olduğunda bile yaşamla, yaşantıyla ilişkisinde sağlıklıyken(evet evet hem yaşamla hem yaşantıyla ilişkisi!), Hidayet marazi bir intihar fikrine saplanmıştır” diyor. Bu karşılaştırma hangi minval üzeredir? Bir sanatçıyı ürettiklerindeki karamsarlık ve intihar saplantısı nedeniyle değersizleştirebilen bir bakıştan ne bekleyebiliriz? O halde dünya edebiyatından Pavese’leri, Plath’ları, Kafka’ları, Zweig’ları, Mişima’ları, Tezer Özlü’leri, Nilgün Marmara’ları ve daha kimleri kimleri silelim gitsin. Değil mi ki edebiyat hep yaşamla sağlıklı ilişkiler kurma sanatıdır!
Nâzım ve Sadık Hidayet karşılaştırması hızını alamayarak ya da alarak devam ediyor yazıda: “Nâzım’ın Türkçe edebiyattaki etkisiyse yazınsal nitelikleri çok tartışılır olsa bile 1940 Toplumcu Gerçekçi kuşağını doğurur; Orhan Kemal’in önünü açar; hatta ikinci Yeni’ye bile yenilik denemeleriyle esinlenecekleri bir yazınsal miras bırakmıştır. Yazınsal model oluşunun yanında intihar eden Hidayet’e karşılık mücadeleci bir dava adamı gerçek bir aydındır Nâzım. Onlarca yıl hapse mahkumiyetine, sürgünlüğüne, ölüm tehditlerine rağmen geri adım atmamıştır” cümle bozuklukları alanında zirveye aday olabilecek bu alıntıdan anlaşıldığı kadarıyla şairimiz, Nazım’ı hem öncü oluşuyla hem de mücadeleci kimliğiyle kutsarken Hidayet’i de olumsuz bir yazınsal model oluşu ve intiharı nedeniyle aforoz ediyor. Andre Breton’un “Başyapıt diye bir şey varsa o da budur”, Philippe Soupault’nun “Yirminci yüzyılın düşlemsel edebiyatında bir başyapıt”, Andre Rousseaux’nun “Yüzyılımız edebiyat tarihinde bir kilometre taşı” sözleriyle nitelediği Kör Baykuş’u şairimiz, derin roman çözümleme yeteneği ve elbette cesareti sayesinde “karamsar bir roman” tanımına hapsetmekte hiçbir beis görmemiş. Sadece Kör Baykuş’u okuduğu anlaşılan şairimize, yeri gelmişken 49 yıllık kısa ömrüne 26 kitap sığdıran Hidayet’in diğer eserlerinden söz etmeyi, kendisine yeni çözümleme malzemeleri sunmak adına, borç bilirim:
I. Realizm etkisindeki yapıtları: Abji Hanım, Mohallil, Yamyamlar.
I. Toplumsal içerikli yapıtları: Mazyar, Pervin, Sasan’ın Kızı.
II. Mizahî yapıtları: Haji Agha, Tope Morvarid, Mihen Perest
III. Sürrealizm etkisindeki yapıtları: Kör Baykuş, Dash Akol, Üç damla Kan, Diri Gömülen
Gelgelelim İran edebiyatının bir türlü modernleşememesinin(!) faturasını yine Sadık Hidayet’e kesiyor şairimiz: ”Kur’anın iğdiş edici i’câzından kaynaklı modern roman yaratmadaki yetersizlik hiç kuşkusuz burjuva toplumunun, bireyin, modern roman geleneğinin ve dünya algısının elverişsiz olmasının da ötesinde Sadık Hidayet’e ve Bûfe Kûr(Kör Baykuş)’a bağlanabilir”. İşte Hayri Bey çözmüş işi! Meğer modernleşme yolunda İran yazar çizerinin gözünü kör eden Kör Baykuş’muş! Sadık Hidayet bu romanı yazmasaymış İran romanı Türk modern abilerinin önderliğinde ne güzel modernleşiverecekmiş oysa ki!
Bütün bu muhteşem saptamalar gösteriyor ki bizim modernleşmemizi tek başına,“ölüm tehditlerine rağmen geri adım atmayan” Nâzım’ımız sağlamışken İran modernleşememesinin tek sorumlusu da zavallı bir mistisizmle intiharı seçen Hidayet’tir. Hayri Yetik’in cümleleri intiharı bile yargılıyor, “marazi bir intihar fikrine” saplanıp kalmayı edebiyatın önünü tıkamak olarak görüyor ve “yazıklar olsun sana ey Hidayet!” tonuyla da intiharı bir suça dönüştürüp cezalıyı belirliyor. Sen Hidayet suçlusun; çünkü intihar ettin! Sen Hidayet suçlusun; çünkü Kör Baykuş’u yazarak koca İran edebiyatının modernleşmesini engelledin! Sen İran entelektüeli suçlusun; çünkü Hidayet’ten çok etkilendin, mistikleştin, miskinleştin, afyon dumanları arasında modernleşemeden kaldın!
Sadık Hidayet |
Sevgili şairimiz saptamalarıyla bizi aydınlatmayı sürdürüyor ve bu sefer Türkiye’de İran denince akla gelen, yanılsamadan ve düpedüz körlükten ibaret tek çağrışımı, yobazlığı ele alıyor! “Türkiye’de tekke ve zaviyeler kapatılmış, dinsel yobazlık siyasi söylem ve hukuki olarak mahkum edildiği halde romanların hem bir yansıtıcı hem de bildiri olarak olaya duyarlı olduğunu örnekleyebileceğimiz pek çok anlatı ve kesiti gösterilebilir; türk uluslaşmasını ve ulus-devletin inşasına göre kurgulanmış romanlar bile seküler bir algıya sahiptir. İrandaysa dinsel kurumlar köklü ve yaygındır.” Yine birkaç kez okumadan anlaşılamayan bu alıntı ‘Vay be meğer biz neymişiz!’ dedirtiyor. Ulusçuluktan kendimizi sıyırmasını becerdiğimiz gibi dinsel yobazlıktan da hamd olsun tekke ve zaviyeleri kapatarak yakayı kurtarmasını bildik. Bu saptamalar yalnızca sayın şairimizin edebiyatımız konusundaki cehaletini bir kez daha gözler önüne sermiyor aynı zamanda akla zarar üstünlükler icat ederek ille edebiyatımızın İran edebiyatından ne kadar önde olduğunu kanıtlama gayretini gösteriyor. Bu mantıksız gayretin sebebi nedir? Neden bir ulusun edebiyatını bir başka ulusun edebiyatıyla akla zarar kriterler(?) odağında yarıştırmaya kalkıyorsunuz ve neden böylesine sığ ideolojik söylemlere indirgeyerek ve biraz olsun okuyup bilgilenmeye gerek duymaksızın “siz” üstleniyorsunuz?
Sayın şairimiz edebiyatımızın görkemiyle gözlerimizi kamaştırarak sürdürdüğü yazısında bir de İran entelektüellerini rejime hizmet etmekle suçluyor: “farsça romanlar bütün dönem, akım ve tutumlarıyla molla rejimini, bir başka deyişle islami söylemi bir yer altı kaynağı gibi beslemiştir.” Gerçekten el insaf! Şah döneminden bugüne kurulu düzenle, sansürle, rejimle mücadelesini kıyasıya sürdüren,bu uğurda tüyler ürpertici işkencelere maruz kalan, faili meçhuller listesi uzayıp giden bir ulusun yazar ve şairleri için bunu söylemek nasıl bir haksızlıktır? Nasıl bir kör olmayı seçmedir, onda inat etmedir? Koskoca İran edebiyatını dini söylemlerle rejimi destekleyen mistik anlatılara indirgemek nasıl bir aymazlıktır? Madem Hidayet’i seçtiniz ben de size onun yazdıklarından ama sizin asla haberdar olmadıklarınızdan/olamadıklarınızdan/olmayı seçmediklerinizden birkaç paragraf sunayım, bakın bakalım rejime hizmet etmekle suçladıklarınız neler yazmışlar. Bir tek Hidayet’in aşağıdaki satırları bile size o topraklarda nasıl bir mücadele verildiğini anlatmaya yeter kanımca:
“Manevi değerler açısından şunu söyleyebilirim ki muhterem alicenap (Rıza Şah) benimsediği yöntemlerle Doktor Moreau’nun Adası( H.G Wells) adlı kitabın tozunu attırmıştı, kırbaç yoluyla her sabah belirli formülleri halka kabul ettiriyor ve öğleden sonra “ hırsız, arsız, aşağılık ve itaatkar olun” kırbaçlarıyla o formülleri geri istiyordu. Ve pratikte şunu gösteriyorlardı ki mitolojik ülkenin gelişmesinin tek yolu budur. Bu sürecin karşısına dikilen herkes “Tanrı, Şah, Vatan” haini olarak damgalanarak zindanlarda çürümeye terk ediliyordu.”
“İşler o noktaya vardı ki bu sözde zeka madeni ve savaş Tanrısı ülkeyi selam salavatla terk etmek zorunda kaldı. Kendisi gitti; ama tortusu kaldı. Güç ise hala onların tekelindedir, ülkeden geriye ne kaldıysa tümünü tarumar etmek için ellerinden gelen rezilliği ülke ve halk için yaparlar… Bunlar, yirmi yıl boyunca milleti dünyadan kopardılar, bu aç ve fakir halkın önüne garip bir bulamaç koyarak yığınla insanı, demir parmaklıklar ardında çürümeye mahkum ettiler. Kitap ve dergiler sansür kılıcından geçirildi; kültür, eğlence aracına dönüştürüldü. Bugün ise değişen bir şey yok, sadece heybemiz değişti; kimliklerinden ve İranlı olduklarından kuşku duyduğumuz bir kesim, hala kuru vatanseverliğin arkasına sığınarak, halkı bu tür şeylerle avutmaya ve kendi saflarına çekmeye çabalıyor. Onlara eşlik etmeyenler ise ihanetle suçlanıyor.”
“Bu yeni türetilmiş Bukalemun görünümlü sözde artistler yirmi yıl boyunca kendi aşağılıklarını, hırsızlıklarını, ikiyüzlülüklerini halka empoze ettiler. Şimdilerde ise o antik dönemin ihtişamına sığınarak aynı işlevi üstlenmek derdindeler. Yine de kendilerini hep “baş” olarak kabul ettirerek bunu yapmaya yelteniyorlar. Ne yazık ki bir avuç katil ve hırsız-arsız, bir halk için tarihî iftihar nedeni olamaz. Bugün artık ciddi biçimde üretmeden, yaratmadan geçmişin ihtişamıyla övünülemez. Şimdilerde hepimizin görevi, aydınlatmak ve geçmiş yirmi yılın hasarlarını telafi etmekten ibarettir.” (Sadık Hidayet, Timsah Gözyaşları, Çev: Cavit Mukaddes)
Sayın Yetik biraz okuyun ve araştırın! Bir ülkenin entelektüellerini, ezberlenmiş önyargılarla yargılayıp mahkum edeceğinize yazdıklarınızı okuyanların da zihnini açacak, var olan önyargıları yıkmayı şiar edinmiş “yeni sözler” söyleyiniz, bilimsel bakışın ışığıyla aydınlatınız bizi. Ve söylediklerinizden, “uyuşturucuya dönüşen” tekrarların küflü kokusu gelmesin! Modern abi edasıyla ders vermek yerine yanıbaşımızdaki bir edebiyatın ve ülkenin derdinin ne olduğunu, onlarca İranlı entellektüelin sizin sözünü ettiğiniz pek çok konuda nasıl da sınırları zorlayıp dünya ölçeğinde isimlere dönüştüğünü görünüz. Nima Yuşic’e, Sohrap Sipehri’ye, Ahmet Şamlu’ya, Sadık Çubek’e, Reza Beraheni’ye, Furuğ Ferruhzad’a, Cafer Moderris Sadeghi’ye, Ali Eşref Dervişyan’a, Cevat Mocabî’ye, Ferhunde Hacızade’ye, İbrahim Golistan’a, Hoşeng Golşirî’ye, Mehdi Ehevan Salis’e, Leila Sadeghi’ye, Simin Behbahani’ye, Nader Naderpor’a, Menuçehr Ateşî’ye, Bozorg Alevî’ye, Mahmud Etimadzade’ye, Cemal Mir Sadeghi’ye, Mohammad Mokhtari’ye, M.Jafar Pooyandeh’e,Gholam Hossein Saedi’ye,Sair Said Soltanpour’a bakınız mesela.
Türk entelektüelinin köhne bakış açısının bu arızalarını pek çok kişi aştı, siz de aşabilirsiniz. Yani Doğu’dan gelen her şey afyon ruhuyla içimizi baymıyor, tıpkı Batı’dan gelenin bizi seküler ve modern dünyanın geniş ufuklarına taşımadığı gibi!
ıkınılarak nefret kusulmuş ama sonuçta eleştirel değil, komik de değil. sonuç olarak şöyle söyleyeyim şakaysa komik değil, ciddiyse yazık...
YanıtlaSil