"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

10 Eylül 2011 Cumartesi

Mısır Devrimi: Yerinden İlk İzlenimler


Mohammed A. Bamyeh
Sıcak Nal, Mart-Nisan 2011, sayı 7, çev. Süreyyya Evren


  İhtimallerin bu denli düşük görüldüğü bir devrimin böylesine hızla ve beklenmedik bir şekilde devinim kazanabildiği daha önce hiç görülmemişti. 25 Ocak'ta başlayan Mısır Devrimi liderlikten yoksundu ve çok az örgüte sahipti: ve devrim belirleyici olayları, 28 Ocak Cuma günü, internet ve telefon dahil tüm iletişim teknolojilerinin engellendiği bir günde yaşandı; siyasi hayatındaki sükunetle, otoriter sürekliliğin çok uzun bir mirasıyla ve 2 milyondan fazla insanı barındıran devasa baskı aygıtıyla bilinen büyük bir ülkede gerçekleşti. Ama o gün, 30 yıldır kök salmakta olan ve ölümsüz gibi gözüken Hüsnü Mübarek rejimi, protestocuların büyük çoğunluğunun hayatta gördükleri tek rejim olan bu rejim, bir günde buharlaşıverdi.
  Rejim iki hafta daha hayatta kalma mücadelesi verdiyse de pratikte bu dönemde pek bir hükümetten sözedilemiyordu. Tüm bakanlıklar ve hükümet binaları kapanmıştı, ve 28 Ocak'ta neredeyse tüm polis merkezleri yakılmıştı. Ordu hariç bütün güvenlik görevlileri ortadan kaybolmuşlardı, ve ayaklanmadan bir hafta sonra, sadece birkaç polis memuru tekrar ortaya çıktı. Mahallelerde güvenliği halk komiteleri devraldı. Her yerde birbirini tanımayan insanların bilerek ve bir amaç çerçevesinde birlikte hareket edebildiğini görmekten doğan bir patriyotizmin kolektif gurur olarak ifade edildiğine tanık oldum.  Takip eden on gün içinde, Mısır'ın neredeyse her noktasında milyonlar toplandı, ve yüce etik değerlerin -topluluk ve dayanışma, diğerleri için özen, herkesin onuruna saygı, herkes için kişisel sorumluluk hissetme- tam da hükümetin ortadan kalkmasından doğduğunu fiilen görmek mümkündü.

  Kuşkusuz, hala gelişmeye devam eden bu devrim, Mısır'da ona öncülük eden milyonlarca gencin, ve belki tüm Arap dünyasında izinden giden milyonlarca gencin, hayatlarındaki kurucu olay olacak.  Yeni bir kuşağa kendilerinden önceki modern Arap tarihindeki her kuşağın siyasi bilincini şekillendirmiş büyük gösteriler (spectacle) tipinde bir olay sundu.  Önceki kuşakların hayatındaki kurucu deneyimlerin hepsi de büyük ulusal momentlerdi. İster felaketimsi yenilgiler olsun ister sömürgeci güçlere veya müttefiklere karşı kazanılmış zaferler olsun.
  Bu devrim de toplumsal doku ve psişede kalıcı derin izler bırakacak, ama çeşitli sebeplerle bu durum gençlikten öteye yayılacak. İlk günlerde gençliğin sürükleyici güç olduğu doğruydu, ama kısa zamanda devrim her anlamda ulusal hale geldi; ilerleyen günler içinde nümayişlerdeki demografik karışımın giderek arttığını gördüm, tüm yaş gruplarından insanlar, toplumsal sınıflar, kadınlar ve erkekler, Müslümanlar ve Hıristiyanlar, kentliler ve köylüler -velhasıl toplumun tüm dilimleri, büyük kalabalıklar halinde ve daha önce pek görülmemiş bir kararlılıkla rol aldılar.
  Konuştuğum herkes benzer dönüştürücü temaları yankılıyordu:  nasıl tekrar komşularını keşfetme duygusu yaşadıklarının altını çizdiler, bir “toplum”un içinde yaşadıklarını daha önce nasıl hiç fark etmemiş olduklarını veya “toplum” sözcüğünün anlamını nasıl daha önce bilmemiş olduklarını anladıklarını söylediler, düne kadar gayet uzak görünen herkesin birden son derece yakın olabildiğinden bahsettiler. Gaz bombası saldırılarından korunabilmeleri için nümayişçilere soğan taşıyan köylü kadınlar gördüm;  yanlarındakileri vandalizm edimlerinden caydırmaya uğraşan genç erkekler gördüm, Ulusal Müze'nin yağma ve yangına karşı protestocuların insan kalkanıyla korunduğunu gördüm; nümayişçilerin kendilerine saldıran paramiliter baltacıları (baltagiyya) ele geçirdiklerinde diğer nümayişçiler zarar vermesin diye korumaya aldıklarını gördüm; ve yaygın yıkım ve kaosun ortasında ortaya konan sayısız cömert kibarlık örneği gördüm.
  Ayrıca nümayişlerin nasıl muharebe sahneleriyle tartışma çemberleri arasında gidip geldiğini; ve nasıl  toplumsal hayatın değişik katmanlarının rejimi devirme ortak fikri etrafında bir araya gelebildiğini herkesin hissettiği yenilenebilir bir gösteri sunduklarını gördüm. Dünya medyası kontrolden çıkmış bir kaosun, bölgesel içerimlerin ve iktidara İslamcılığın gelmesi hayaletinin altını çizerken, aşağıdan perspektif tüm yukarıdaki kaygıların görece alakasızlığını ortaya koydu. Devrimin rejimi devirme misyonunu tamamlaması uzadıkça, protestocuların kendileri diğer başarıların (mesela tam da kaosun ortasında nasıl yeni bir etiğin ortaya çıktığının) altını çizmeye daha fazla zaman ayırmaya başladılar.  Yaygın olarak  paylaşılan medeniyet için kişisel sorumluluk duyma duygusunda, gönüllü sokak temizliği, sırada bekleme, kadınlara kamusal alanda sarkıntılığın yüzde yüz ortadan kalkması, çalınmış veya bulunan eşyaların geri iadesi, ve daha önce boş verilen veya başkalarına bırakılan sayısız etik kararın içinde kendilerini buldular.
  Sadece Mısır Devrimi'ni değil ama ayrıca 2011 yılında ortaya çıkan Arap ayaklanmalarını anlamak için kilit önemde bir dizi temel özellik göze çarpıyordu. Bu özellikler marjinal güçlerin erkini içerdi; bir hareket etme sanatı olarak kendiliğindenlik; devletin barbarlığıyla bilinçli bir etik kontrast olarak medeni bir karakter gösterme; ekonomik talepler dahil tüm diğer taleplerle karşılaştırıldığında siyasi taleplere bir öncelik verme; ve son olarak otokratik sağırlık, yani yönetici elitlerin erken yankıların sesini duymaya kötü hazırlanmış olmaları ve alışıldık yöntemlerle kolayca tekrar sesi kısılabilecek tipik halk gürültüsü ile karşı karşıya olduklarını düşünmeleriydi.
  Birincisi, marjinallik devrimin marjinlerde başladığı anlamına geliyor. Tunus'ta böyle başladı, marjinal bölgelerde, ve oralardan başkente göç etti. Devrimin kendisi geniş Arap Dünyası bağlamında görece marjinal kalan Tunus'tan Mısır'a seyahat etti. Kuşkusuz ekonomik göstergeler ve özgürlük dereceleri düşünüldüğünde her Arap ülkesindeki durum farklıdır, ama onlarınkinden iki hafta önce gerçekleşmiş Tunus örneği konusunda Mısırlı gençliğin ne kadar bilinçli olduğunu görmek beni çarptı.  Tunusluların bir ayda başarabildiklerini neredeyse birkaç günde başarabilmiş olmaktan duydukları gururu pek çok genç ifade etti bana.
  Marjinallik Mısır'da da önemli bir faktör oldu gibi görünüyor. Medya daha çok Kaire'nin merkezindeki (benim de her gün gittiğim) Tahrir Meydanı'na odaklanmış olsa da, oradaki kalabalığın kendisi 25 Ocak'ta Mısır'ın 12 eyaletinde patlak veren yaygın nümayişler sayesinde birden beliren imkanın bir yansımasıydı.  Eğer sadece Kaire'ye sıkışmış olsaydı devrim asla mümkün görülmezdi, ve aslında devrimin ilk günlerindeki en yoğun anları, gerçekten bir devrim oluyormuş hissi veren anlar, Suez gibi marjinal bölgelerde yaşananlardı. En az beklenen yerlerde, marjinlerde bir devrim yaşandığına dair ortak algı, herkese devrimin her yerde gerçekleşebileceğine karar vermek için gerekli güveni verdi.
  İkincisi, devrim her anlamda bir kendiliğindenlik karakterini korudu, kalıcı bir örgütten her anlamda yoksundu. Örgütlenme ihtiyaçları, örneğin nasıl iletişim kurulacağını yönetmek, yarın ne yapılacağı, o günü nasıl adlandırmak gerektiği, yaralıların nasıl sevk edileceği, paramiliter baltacıların saldırılarının nasıl geri püskürtüleceği, ve hatta taleplerin nasıl formüle edileceği gibi ihtiyaçlar doğrudan sahada belirdi ve yeni durumlara cevap olarak gelişmeye devam etti. Dahası, devrim başlangıçtan son ana kadar tanınan bir liderliğe sahip olmadı; bu eksiklik katılımcıların pek umurunda olmazken gözlemcilerin sürekli dikkat çektiği bir nokta oldu. Katılımcıların herhangi bir mevcut grup veya lider tarafından temsil edilmeye güçlü bir şekilde direndikleri çok sayıda tartışmaya tanıklık ettim, ayrıca al-Azhar veya hükümetin konuşabileceği “temsilciler” üretilmesine yönelik taleplere de aynı şekilde direndiler.   Hükümet bu devrim adına konuşacak bir sözcü belirlenmesini isteyince katılımcıların çoğu hemen kaybedilenlerden birinin adını verdiler, bu tercihin bazı kayıpları geri getirebileceğini de umuyorlardı.  Sık duyduğum bir ifade “halkın” karar makamı olduğu fikriydi. Ya halk olma fikri herhangi bir somut otorite veya liderlik tarafından temsil edilemeyecek kadar büyük görülüyordu artık, ya da böylesi bir temsil harekete geçmiş bir varlık olarak “halk” nosyonunun derin hatta neredeyse tinsel içerimlerini sulandırır diye bakılıyordu.
  Kendiliğindenlik ayrıca devrimi öngörülemez ve kontrol edilemez kıldığı için de kilit bir öğeydi; ve milyonlar tümüyle başkanın kimliğinde temsil bulan rejimi devirmeye toplu olarak öncelik verdiklerinden kendiliğindenlik sıradışı bir dinamizm ve hafiflik seviyesi sağlıyordu. Ayrıca kendiliğindenlik sadece örgütsel veya ideolojik bir rol değil teröpatik bir rol de üstlendi.  Devrimin psikolojik olarak özgürleştirici olduğunu birden fazla katılımcı doğrudan bana dile getirdi, çünkü özeleştiriyle ve doğuştan gelen bir zayıflıkla açıkladıkları bütün o baskı, devrimci iklimde ters dönüp dışarıya pozitif enerji ve özdeğerin keşfedilmesi olarak yansıdı. Herkes bir diğeriyle yüzeysel değil gerçek ilişkiler kurdu, ve dondurulmuş gerçekliği değiştirebilmek için sınırsız bir erk hissettiler. Hiçbir parti programının daha önce sarsamadığı derin uyku durumundan kendiliğindenlikle çıkış olarak hareketi tanımlamak için “uyanış” teriminin durmaksızın kullanıldığını işittim. 
  Dahası, kendiliğindenlik, öyle görülüyor ki, ayaklanmanın sürekli büyüyen hedeflerinin de arkasındaki faktördü. 25 Ocak'taki temel reform taleplerinden, üç gün sonra bütün rejimi değiştirmeye, Mübarek iktidardayken rejimin verdiği tüm ödünleri reddetmeye, Mübarek'i yargılamaya kadar çıkmalarından kendiliğindenlik sorumluydu. 25 Ocak'ta Mübarek'i indirmek kimsenin ciddi ciddi talebi değildi, konuyla ilgili sloganlar sadece Mübarek'in oğlunun adaylığını kınıyordu ve Mübarek'in kendisini de bir daha aday olmamaya davet ediyordu. Ama 28 Ocak gününün sonunda, Mübarek'in bir an evvel yönetimden indirilmesi değiştirilemez bir ilkeye dönüşmüştü ve gerçekten de bu hemen olacakmış gibiydi.
  Burada belirli bir program, örgüt veya liderlik yerine kendiliğinden hareketin egemenliğinde nelerin mümkün olabileceğini görüyorduk. Kendiliğindenlik böylece devrimin pusulası ve radikal hedefine ulaşmak için alacağı yol oldu.
  Bu da nümayişçilerin devrimin kendiliğinden karakterinden vazgeçmek istememeleriyle sonuçlandı çünkü kendiliğindenlik çoktan gücünü ispatlamıştı.
  Kendiliğindenlik böylece başka herhangi bir hareket tipinden daha fazla özgüven üretti, ve görebildiğim kadarıyla, özgüvenden de katılımcıların şehitliğe ve kendini fedaya hazırlıklı bir hale gelmeleri doğdu.  Kendiliğindenlik ayrıca özgürlük ve inisiyatifin ifade edilebilmesini sağlayarak toplumsal hayatın karnavalesk karakterinin devrim tiyatrosunun sahnesine taşınmasını sağladı; örneğin, nümayişlerde gördüğüm binlerce dövizin arasında standart bir slogana rastlamak neredeyse imkansızdı (hükümet yanlısı nümayişlerse bunlarla doludur). Daha çok dövizlerin büyük çoğunluğu orijinal metinlerdi ve elle yapılmışlardı, çeşit çeşit materyalin üzerine çizilmiş ve yazılmışlardı, ve başkalarınca fotoğraflanmasını isteyen yazarları tarafından gururla meydanlarda taşınıyorlardı. Kendiliğindenlik, ayrıca, haberleşme ve iletişimde kalma konusunda da çok faydalı olduğunu ispatladı çünkü devrim detaylı planlamaya çok az ihtiyaç duyulan veya detaylı planlamanın her zaman mümkün olmadığı gündelik hayatın kendiliğinden karakterinin bir uzantısı gibiydi. İnsanlar sıradan bir günde hayatın öngörülemezliği içinde kurmaya alışkın oldukları haberleşme biçimlerini aynen sürdürdüler. 
  Ancak kendiliğindenlik devrimi başarıya götüren pek çok öğeyi devrime katarken aynı zamanda yeni bir düzene geçişin rejim içindeki mevcut güçlerce yürütüleceği anlamına da geliyordu çünkü sokaklardaki milyonların onları temsil edebilecek tek bir kuvvetleri yoktu. Konuştuğum nümayişçilerin çoğu, bundan sonra gelecek herhangi bir sistemin doğasını garanti alacak gibi gördükleri temel taleplerin karşılanmasıyla daha fazla ilgiliydiler. Devrimin başlamasından bir hafta sonra özenle netleştirilen bu talepler şöyleydi: diktatörün indirilmesi; başkanın gücünü azaltacak ve daha fazla özgürlüğü garanti altına alacak şekilde anayasanın değiştirilmesi; olağanüstü halin kaldırılması; ve yüksek devlet pozisyonlarındaki rüşvetçi memurlarla birlikte halka ateş açılması emrini verenlerin yargılanması.
  Üçüncüsü dini referansların yerini çarpıcı biçimde evrensel ve bariz kabul edilen medeni etik kodların almasıydı. Bu gelişme Tunus'ta aynı gelişmenin yaşanmasından daha şaşırtıcıydı çünkü Mısır'da dini muhalefet her zaman güçlü olagelmişti ve hayatın bütün damarlarına ulaşıyor gibiydi. Müslüman Kardeşler'in kendisi nümayişlere her şey başladıktan sonra katıldı ve ülkedeki tüm diğer örgütlü siyasi güçler gibi gelişmeler karşısında bir adım geride kaldı ve devrimi yönetemez oldu, üstelik de hükümet (yerel müttefikleriyle birlikte) Müslüman Kardeşler'in rolünü abartmak için uğraşıp durmasına karşın.
  Bu, bence, daha önce andığımız iki öğeye, yani kendiliğindelik ve marjinalliğe doğrudan bağlıydı. Kendiliğindelik ve marjinallik başka türlü angaje olmayacak katmanları politize etti ve özellikle herhangi bir dinsel dil kullanımını gerektirmeyen geniş talepler üretti. Doğrusu, özellikle son dönemde Mısır'da ortaya çıken sekter gerilimlerin ışığında bakacak olursak, din daha çok bir engel olarak belirdi, ve devrimin toplumu bölen bütün hatların üzerinde yer alma karakteriyle çelişti.  Pek çok insan kamusal alanlarda namaz kıldı elbette, ama kimseyi onlara katılmaya çağırdıklarını veya bu konuda baskı yaptıklarını görmedim. Ortam yüksek duyguların hakimiyetindeydi atmosfere tinsel tonlar renk veriyordu ve sürekli şehadet, adaletsizlik ve şiddet hikayeleriyle bu durum güçleniyordu. 
  Tunus devriminde olduğu gibi, Mısır'da da isyan bir tür kolektif devrim gibi patlak verdi -ana talepler çok temel taleplerdi, yurttaşlara saygı, onurun korunması çevresinde kümelenmiş taleplerdi bunlar, ve kişiyi yöneten sistemin inşasında rol aması gibi doğal bir hakkın savunusuna dayanıyorlardı. 
  Aynı ilkeler daha önce dinsel bir dille de ifade edilmiş olabilir, ama şimdi oldukları gibi ifade ediliyorlardı ve herhangi bir mistifikasyon veya onları meşru gösterecek ulvi otoriteye ihtiyaç duyulmuyordu. Bu dönüşümün önemini Müslüman Kardeşler'den katılımcıların dahi bir noktada diğer herkesle birlikte “medeni” (madaniyya) bir devlet lehine slogan attıklarında gördüm. Diğer iki alternatiften açıkça ayırıyordu bu slogan kendini: dini (diniyya) devlet ve askeri (askariyya) devlet.
  Dördüncüsü, 28 Ocak'tan sonra yaşanan çarpıcı bir gelişme radikal siyasi taleplerin, kasvetli ekonomik durum dahil, her şeyin üzerine çıkmasıydı. Siyasi talepler diğer bütün taleplerden netti ve herkes onlara katılıyordu; ve herkes bir kez düzgün bir siyasi sisteme kavuşabilirlerse diğer her şeyin görüşülebileceği düşüncesini paylaşıyordu. Rüşvetle mücadele gibi asal bir tema dahi, aslında ekonomik sıkıntıların anlaşılır siyasi dile tercümesiydi. Ve her durumda gerçekliği karşılıyordu çünkü siyasi sistemin bir hırsızlık sistemine dönüştüğü gün gibi ortadaydı. Devrimden önceki aylarda, sistemden en fazla istifade eden iş dünyası ile siyasetçilerden oluşan elit yöneticilerin gösterişli yozlaşmışlıkları hakkında herkesin anlatacak bir hikayesi oluyordu. Mübarek'in oğlu etrafında kümelenen bir klikten bahsediliyordu. Bu kliğin bazı üyeleri, ortaya çıktığına göre, 2 ve 3 Şubat gündüz ve geceleri boyunca nümayişçileri terörize eden haydutları tutan kişilerdi.
  Beşincisi, Arap Dünyası'ndaki her yerde olduğu gibi, katkı yapan kilit bir faktör de otokratik sağırlıktı. Bu volkanı besleyen kitlesel hınç alt akıntısı elitlerin bizzat kendilerince yıllardır kızıştırılıyordu.  Elitler iktidarda uzun süre kalmaktan ve anlamlı bir muhalefetin yokluğundan dolayı yönettikleri halkın kim olduğunu tamamen unutmuşlardı ve artık bu halkı okuyabilir durumda değillerdi. Devrimden önce kaynayan sesleri hiç duyamadılar, ve infilak ettiğinde de işitmekte çok yavaştılar, herhangi bir ses gibi geldi onlara. Otokratik iletişimin tek yönlü oluşu herhangi bir geribesleme almalarına izin vermiyordu, ve kendi direktiflerinin alıcılarını ya salt dinleyiciler olarak ya da tutarsız gürültü olarak görmelerine yol açmıştı. Egemen yapıların bu sağırlığı devrim boyunca hükümetin gösterdiği yavaş ve kararsız tepkilerin doğasında da barizdi. 25 Ocak günü yapılan nümayişleri takip eden gün, hükümete bağlı gazetelerin editörleri olayları küçük gösterdiler. 28 Ocak'ta, bütün Mısır alevler içindeyken ve pek çok dünya lideri kaygı mesajları yollarken, Mısır hükümeti hala tümüyle sessizdi –en sonunda geceyarısı Mübarek konuştu ve herkesin duymayı beklediklerinin tam zıttı şeyler söyledi. Çok büyük bir taviz verdiğini sanıyordu, halbuki -aklı başında herhangi bir danışman ona söyleyebilirdi bunu- söyledikleri sadece provokasyon gibi yorumlanıyordu sokaklarda, ve günlerce sürecek nümayişlere yol açıyordu. Sonra 1 Şubat'ta bir konuşma daha yaptı, gene çok büyük tavizler verdiğini sanıyordu, ve gene, protestocular tarafından aşırı kibir olarak yorumlandı. İktidardaki son gününde, 10 Şubat'ta, herkesin beklediği gibi istifa etmek yerine en az onun kadar nefret edilen başkan yardımcısına güçlerini devrettiğinde ülkedeki neredeyse herkesin nefretini çekti. Büyük kalabalıklar sokaklarda toplandı ve 11 Şubat'ta başkanlık sarayına ulaştılar ve tüm ülke halkın apaçık iradesiyle teması bu kadar yitirmiş bir adama öfke kustu.
  Mübarek, hep tutarsız gürültü olarak anladığı bir sese cevap veriyordu kendince, bir iki taviz görüntüsüyle bastırılabilecek önemsiz kitleler sayıyordu onları. Arap devlet otokratları uzun zamandır kendi halklarına ya horgörüyle ya da tenezzülle bakmaya alışmış durumdalar. Herhangi bir iletişim sanatında yetenekli değiller artık (gerçi Ahmet Şefik, yeni başbakan, bu sanatlarda başarılı olmak için elinden geleni yaptı). Açıkça, devrimin yükselişinde otokratik sağırlık büyük bir faktör oldu. Pek çok protestocu bana eğer Mübarek 28 Ocak günü söylediklerini hiçbir şey söylemediği 25 Ocak'ta söyleseydi kriz çözülürdü dediler. Ve ayrıca 1 Şubat'ta söylediklerini 28 Ocak'ta söyleseydi de kriz çözülürdü dediler. Ve 10 Şubat'ta söyledikleri Birkaç hafta önce Orta Doğu'daki en güçlü adam görünümündeki bir adamın ülkesinden onurlu bir şekilde dahi ayrılamayacak durumda olduğunu gösteriyordu.
  Bu tavizlerin hiçbiri krizi çözmeye yaramayınca, Mübarek'in yeni atadığı görevlilerin neden Mübarek'in birkaç ay daha iktidarda kalmak istediğine dair ciddi bir argümanları yoktu. 3 Şubat'ta yeni başbakanı Mısır kültüründe bir liderin saygınlığını kaybetmeden iktidardan inmesinin gelenek olduğunu söyledi. Özgür subaylar ülkeden ayrılmaya zorladıklarında Kral Faruk'un 1952'de selamlanarak uğurlanmasını örnek gösteriyordu! Ve aynı gün, yeni başkan yardımcısı babanın karakterine hakaret etmenin Mısır kültürünün karakterine ters olduğunu iddia etti. Dışarıdaki devrimi bir an için tamamen unutarak Mübarek'i halkın babası sayıyordu. Ve aynı gün başkanın kendisi de istifa edemeyeceğini çünkü aksi takdirde ülkenin kaosa sürükleneceğini söyledi -şaşılacak biçimde, herkesin farkında olduğu şeyden o hala habersizdi, yani ülkenin çoktan kaos haline geçmiş olduğundan.
  Otokratik sağırlığın olmadığı durumlarda, tüm başarılı politikacılar, manipülatif olanlar dahil, dinleyicinin ya da düşmanının bir sonraki adımını tahmin etmenin manevra sanatının bir parçası olduğunu bilirler. Her zaman çok geç olmadan gerekli karara varmak gerekir. Mısır'daysa bu durumun tam tersini gördük: hiçbir zaman ciddi bir muhalefetle karşılaşmamış uyuşuk bir otokrasi, düşmanlarının, yani ülkenin büyük çoğunluğunun kimlere dönüştüğünün farkında olmayışıyla öne çıkıyordu. 2 Şubat'ta Mübarek'in destekçileri Tahrir'deki kalabalığın üstüne develer ve atlarla haydutlarını salmaktan başka yapacak daha iyi bir şey bulamamışlardı. Rejimin demode karakterini yansıtıyorlardı aslında: tarihe karışmış bir rejimin yaşanan günle hiçbir ilişkisinin kalmadığının ispatıydı. Sanki zamanda bir yarılma olmuştu ve 12. yüzyılda yaşanan bir muharebeyi seyrediyorduk. Benim gördüğüm kadarıyla kalabalığa daldılar ve yutulup geçmişe geri gönderildiler. Bununla tam çelişir biçimde, mahallelerde kurulan halk komiteleri ilkel silahları ve ilüzyonlara pabuç bırakmamalarıyla bu devrimle toplumun geldiği noktayı temsil ediyorlardı: gerçek bir bünye, kendi elleriyle şu anını kontrol ediyor ve kendisi için aşağıdan bir gelecek inşa edebileceğini görüyordu. Bu noktada, içedönüklük ve kendi kendine acımayla geçen onyılların ölü ağırlığından sonra kaostan kendiliğindenliğin düzeni doğdu. Bu olgunun, patriarkal tenezzülden tamamen bağışık bir şekilde, yeni medeni düzen için en yüksek umudu temsil ettiği görüldü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder