"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

18 Kasım 2011 Cuma

Bu Gece Yalnız Yazacaksın


Nazlı Karabıyıkoğlu


Umut Y. Karaoğlu’nun ilk öykü kitabı Deli Heybesi’ni yavaşça çıkarıyorum heybemden. Kol saatime bakıp saat tam 4.30’da okumaya başlıyorum. Cebimden çıkardığım el aynasında yüzümün satırdan satıra nasıl seğirdiğini, değişip kasıldığını, dudaklarımın yukarı doğru nasıl büküldüğünü izliyorum. Telaşa kapılıyorum. Okuduklarım, uzun zamandır okuduğum diğer kitaplardan daha değişik sesler çıkarıyor; soluk aldırtıyor kimi cümleler bana.

Karşımda kapı, aynanın gösterdiği yere bakıyordum: Kendimin yokluğundan oluşmuş boşluğa… yalnızca bir çift gözdüm artık. Bu kadar kolaydı; bir adım atınca yok olup, bir çift göze, bir bakışa dönüşebiliyordu demek insan.
(El Aynası öyküsünden)

Öyküden öyküye sekerken ayakkabımın teki sayfaların birinde kalıyor. Gidip suyunu tazyikle boşaltan, soğuğu sıcağına karışmış musluğu açsam. Yüzümü yıkamayı düşünüp saatlerce akan suya baksam. Homofobiyi düşünsem o esnada. Tavuk kemiklerini ve homofobiyi. Ellerime baksam sonra.

Tırnaklarımın arası simsiyah mürekkepli öykülerle dolmuş. Tırnak makasını çıkarıp çekmecemden, bir bir kesiyorum tırnaklarımı. Kesikleri toplayıp peçeteye sarıyorum. Çay bardağını dudaklarıma götürüyorum; boğazım ılık, yapışkan bir sıvıyla gıcıklanıyor. Uyuz köpeklerin havlayışını içmeye çalışmışım meğer, sondan başa, baştan sona, sondan sona gitmişim. Adı olmayan ellerin pençeleri altında buruşmuş omzum.

17 Kasım 2011 Perşembe

İskele çıktı!

Nazlı Karabıyıkoğlu,1985’te Ankara’da doğdu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni bitirdi. İngilizce ve İspanyolca eğitimi aldı. Öyküleri “Varlık”, “Kitap-lık”, “Sözcükler”, “Özgür Edebiyat” ve “Sıcak Nal” dergilerinde yayımlandı. Hazırladığı “Delistan” adlı ilk dosyası “Naci Girginsoy Öykü Ödülü”nü aldı ve sembolik olarak kitaplaştırıldı. İkinci öykü dosyası “Düş Çeperi”, 2010 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri”nde dikkate değer bulundu.
“İskele” yazarın ilk öykü kitabı.
  
Nazlı Karabıyıkoğlu, ilk öykü kitabı “İskele”den gizemlerle dolu insan coğrafyasına küçük gemiler halinde tasarlanmış öyküler yola çıkarıyor. Her öykü, imgeler ve anların büyüsüyle öylesine ustalıklı bir biçimde kurgulanmış ki, insan coğrafyasının okyanuslarına ait o devasa dalgalara rahatlıkla göğüs gerebiliyor.

“İskele”nin “Serseri Yengeçler” ve “Grotesklere Konu Olabilecek Alışkanlıklar” adlı iki ayrı noktasından kalkıyor öyküler taşıyan o küçük gemiler. “Serseri Yengeçler” bölümünün ilk öyküsü “Adaevveda”, küçük bir çocuğun gözünden 12 Eylül travmasının izlerini boşaltıyor denizin dibine ve aynı denizin dibinden başka başka öyküler bulup çıkarıyor. Kitabın ikinci bölümünde ise yazar, birbirinden ilginç ve özgün karakterler aracılığıyla saplantı haline dönüşen alışkanlıkları, ironi yüklü bir dille eşeliyor insan ruhunun derinliklerinde.

16 Kasım 2011 Çarşamba

Gitmelerin Öyküsü


Arzu Eylem


Günün birinde “Gitmeden yazamam değil mi gitmelerimi” (s.89) derse bir yazar, inanmayın. Çünkü yazar için gitmek kelimelerle yol kat etmektir. Dolaşmaktır yaşamışlıkların, hikâyelerin arasında. Hatta bazen bir öykünün içinden geçmek, bulunan ilk köşeye kıvrılmaktır...  Bazen uzun uzun bakmaktır gitmek,  gidenlerin ardından.  Durduğu yerde gitmek istiyorsa yazar kelimelere sarılır… Günlerce gitmelerini yazar… Adı gitmeler güncesi olur.

İlkiftar Ezberci’nin ilk kitabı gitmeler güncesi,  pek çok yazınsal türün bir araya getirildiği öykü kitabı. Kurguyu bütünleyen ve öyküleri buluşturan anlatı tekniği.  Metnin isimsiz anlatıcısı, şiirden mektuba, fotoğraftan müziğe, felsefeden siyasete pek çok tartışmaya girerken aynı zamanda da öykülerini kurar. Zaten metnin ana izleğini düzenleme fikri oluşturur. Yaşamın, yazının, düşüncenin düzenlenmesi, karşıtı olan dağınıklıkla birlikte ele alınır. Bir başka deyişle belki de edebiyatta alışılmış biçimle onu reddeden yazma eylemidir konu edilen…  Bir yandan kural koyarken diğer yandan o kuralları kendi anlattıklarıyla yıkan; kuralsızlığı savunurken kendi kurallarını yaratan biri gibidir metnin anlatıcısı.

Dağınıklığı yaratan monologlar ve zihin akışıdır. Yazar bu dağınıklığı düzene koymak içinse tek yanlı diyaloglar kullanır ve karşımıza anlatıcının dışında biri daha çıkar: Hatice Hanım. Anlatıcıyı çizdiği dünyaya dair düşüncelerinden, Hatice Hanım’ı ise anlatıcının ona seslenişinden tanırız. Buna rağmen yazar kişileri belirgin kılmaz. Hatice Hanım hakkında tek bildiğimiz anlatıcının eviçi yaşamını düzenlemesine yardımcı olmasıdır. Sadece ev işlerine mi? Metnin geçişlerine de Hatice Hanım yardımcı olur sanki. Yazar dağınıklığı sezdiği an, başka bir anlatıya başlayacağı zaman ona seslenir. Ve anlatı zamanına dönülür. Anlatıcı yazdıklarıyla arasına özellikle mesafe koymaya çalışmaz fakat kişisel olanı anlatırken kalem sürekli dışarıya taşar.

15 Kasım 2011 Salı

Kim Bu Yaygaracılar?


Arzu Eylem


"Hakikatin/Gerçek'in ağırlığı bizim dayanabileceğimizden çok daha güçlü ve şiddetlidir; bizi gömebilir... Gerçek, gücü ya da şiddeti ve bizim kuvvetimiz ya da bu şiddete dayanabilme kapasitemiz arasındaki farklılık nedeniyle ulaşılmaz olarak algılanır. -ona yalnızca gölgelendirerek ve belli bir dereceye kadar biçimini bozarak yaklaşabiliriz." (1)


Gerçeğin Kendinden Başka Kimi Var ki?

Şimdi size dille gözün, kulakla sesin ayrı düştüğü bir dünyadan sesleniyoruz. Dahası aynaları çatlatan imaj dünyasından. Aynadaki yansımasıyla çarpışıp yaygarayı koparan ruhlardan… Ama biz karşıdan bakmalıyız. Post modern çağın getirdiği karanlıkta yürürken, ışığa kanmadan gerçeği aramaktan vazgeçmemeliyiz. Sanatta gösterenin, gösterileni tam olarak yansıtamadığı, sözün/sözcüğün düşünceyi birebir aktaramadığı anlam denizinde boğulmadan yüzmeliyiz. Bilinçdışını henüz oluşmamış sayarak, düşleri kirli gerçeğin kollarından söküp alarak... Çünkü bugünlerde herkes gerçeğin peşinde koşmaktan yorgun, kendi gerçekliğine sarılmış gidiyor. Kalabalıklar içinde var olmaya çalışıp, sonsuz görüntüler içinde kendi görüntüsünü arıyor. Fransız felsefeci Jaques Lacan’ın “tanınma arzusu çağı”  adını verdiği dönemde, bilinç kendi dışında oluşanı kendisi sanıp, kimliğini dışarıdan ediniyor. Jean Baudrillard’ın dediği gibi gerçek kopya çekiyor. Peki, öyleyse gerçeküstü ne yapıyor?

Ilgın Yıldız Yaygaracı Ruhlar kitabında bunun cevabını arıyor. “İki.” adını verdiği öyküsünde anlatıcısının dilinden, “Gerçeküstü bir dünya bu, öylesine gerçeküstü ki, gerçeküstülüğün bir anlamı kalmıyor.” (s.22)  diyor. Fakat yazar, arayışında yolu tersinden yürümeyi tercih ediyor.

14 Kasım 2011 Pazartesi

TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı

KOMŞU YAYINLARI (YASAKMEYVE & SICAK NAL) TÜYAP İSTANBUL KİTAP FUARINDA: SALON NO:3 / STAND NO: 103 E

11 Kasım 2011 Cuma

Kuleler, Sandalyeler ve Diğerleri


Nazlı Karabıyıkoğlu
Sıcak Nal, Ocak-Şubat 2011, sayı 6.


Yine.
Sandalye altında gittikçe küçülürken, jöle kıvamındaki bedeni sandalyeden titreye titreye taşmasını durduramıyor, zemine her saniye biraz daha yaklaşıyor.
“Bir tane daha?”
Sorunun sahibi Kemal, Ali, Cem, Mehmet ya da Mustafa.
Evet manasında salladığı başı ağır geliyor boynuna. Bu biradan sonra, söyleyecek artık ona. Koca bira bardağını dikiyor kafasına. Alkol yüklemesi cesaretini arttıracağına, tavşan deliğine biraz daha tıkıyor onu.
Yeri yalamadan önce söylemeli. Çabucak:
“Yapamıyorum ben,” diyor. “Ayrılmak gerek Kemal.”
Bu kez Kemal. Özgürlüğümü ver, kendininkini al.
Özgürlük fiili ağzından çıkar çıkmaz yerden bir karış yükseliyor. Kemal ise sessiz bir an duruyor. Birasını bitirip bir yenisi ısmarlıyor. Sonra tıpkı diğerleri gibi aynı soruları sorup, ikna olacağı cevapları almaya çalışıyor. Gözleri nemleniyor, bağırıyor, ağzını zincirleme sigaralara boğuyor, sövüyor, elindeki yaranın kabuğunu koparıyor.

4 Kasım 2011 Cuma

"Köpekdişi"nizle Oynamayın, Sallanır



İbrahim Halaçoğlu
Sıcak Nal, Ocak-Şubat 2011, sayı 6.


Oyun yaratmak için normu dönüştürmek gerekir.
Oyun sahasında çimler siz ne renk isterseniz o renk çıkar.
Her şey hazır olunca oyun başlar.
Katılmanın ilk şartı kuralları kabul etmektir.

Giorgos Lanthimos’un 2009 yapımı filmi Köpek Dişi (Kynodontas), selüloidin içine çok katmanlı bir oyun kodluyor. Beş tane asal oyuncu var: baba, anne, kız, diğer kız ve oğlan. Oyunu anne ve baba açıklanmayan bir sebepten dolayı tasarlamışlar. Çocukları korumaya çalıştıklarını sezilebiliyor. Temel prensibi çocukları ergenliklerine hapsetmek olan bir oyun. Şehir dışında, bahçeli ve havuzlu büyük bir evde yaşayan üç çocuklu bir aile. Evin etrafı yüksek duvarlarla çevrili. Her gün yapılması gereken idmanlar, çözülmesi gereken matematik problemleri, içilmesi gereken portakal suları var. Çocuklar büyük ihtimalle doğduklarından beri sadece bu evin içini görebilmişler. Televizyonun yalnızca aile videolarını izlemeye yaradığını sanıyorlar. Frank Sinatra’nın Fly me to the Moon yorumu ünlü bir şarkıcının performansı değil, büyükbabalarından gelen sevgi dolu bir mektup gibi sunuluyor onlara. Uslu dururlarsa ya da performans ödülü olarak verilen çıkartmalardan yeterince toplayabilirse, havada uçarken bahçelerine düşen uçakları hak edebileceklerini biliyorlar. O uçaklar binlerce fit yukarıdayken ne kadar küçük görünüyorlarsa bahçeye düşmüşken de o kadar küçükler. (Perspektif kodu çocukların kafasına boş küme olarak girilmiş.) Dışarıda hayat, evet, var. Hatta çocukların şimdiye kadar hiç görmedikleri ağabeyleri dışarıda, bahçe duvarının ardında yaşıyor. Onlar dışarı çıkabilirler mi? Hayır. Hiç mi? Köpek dişleri düşerse eğer, çıkabilirler. Araba sürebilirler mi? Hayır. Hiç mi? Düşen köpek dişleri geri çıkarsa eğer, sürebilirler.