"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

16 Ağustos 2011 Salı

Somali Açıklarında Edebiyat



Nuriddin Farah ve 'Başka Bir Entellektüel' Olmak

Ceren Yartan
Sıcak Nal, Ocak-Şubat 2011, sayı 6.

 Yıllardır ülkesinden ayrı yaşayan bir akademisyen olan Jeebleh, yirmi yıl sonra çocukluğunun geçtiği şehre, yani Mogadişu’ya gelir. Amacı, nasıl öldüğünü bile tam bilmediği annesinin mezarını bulmaktır. Beklentilerinin aksine havaalanında ne yakınlarını sevinçle karşılayanlar ne de onları uğurlamak için despedida geleneğini yerine getirenler vardır. Uçaktan iner inmez, milislerin açtığı bir yaylım ateşinin ortasında kalır ve bir çocuğun serseri kurşunlarla can verdiğine tanık olur. Yaşadığı şehir New York City’den ülkesindeki gelişmeleri izlemiş olan Jeebleh, Somali’nin en büyük probleminin etik ve sorumluluk yoksunluğu olduğunda karar kılmış gibidir. Havaalanındaki insanların çocuğu kurtarmak ya da milisleri engellemek için hiçbir şey yap(a)maması, hatta bunun neredeyse normal karşılanması bu düşüncesini destekler, fakat aslında kendisinin de bu çaresiz grubun içinde yer almış olması da Jeebleh’nin ahlaki duruşunu okura sorgulatmaktadır.

  Nuruddin Farah’nın Triology adlı serisinin ilk kitabı olan Links* (2004) çatışmayla kavrulan bir ülkeyle, Somali’yle böyle tanıştırır okuyucuyu. Kitabın yayınlanışının üzerinden altı yıl geçmiş olmasına rağmen ülkede benzer olaylar yaşanmaya devam etmektedir. Reuters’ın verdiği bir habere göre bu yılın Eylül ayında Mogadişu’nun havaalanında romanın baş karakteri Jeebleh’nin tanık olduğuna benzer bir patlama olmuş, iki barış gönüllüsü can vermiştir. Buraya kadar korsanlarıyla ve şiddetiyle bilinen Somali imgesinin bir tekrarıdır belki bütün bunlar. Fakat yazar kitabında Jeebleh’nin bu karmaşık ülkedeki rolünün ve misyonunun sorgulanmasıyla başlayan farklı bir anlatı sunar okuyuculara. Bu anlatı, aşiret çatışmalarıyla, militarizasyonla ve şiddetin günlük hayattaki olağan varlığıyla şekillenen Somali’nin bugününü geleceğe dair farklı bir tasavvurla yeniden ele alıyor. Bu minvalde, Farah’nın kitabında Somali için oluşturduğu barış hayalini romandaki karakterler üzerinden ele almak ve kitapta bahsedilen çocuk barınağını da alternatif bir kozmopolitanizm modeli olarak incelemek mümkün.  Links ile Farah yalnızca şiddetin “doğasına” dair bir söz söylemiş olmuyor, aynı zamanda kişinin yaşadığı toplumdaki rolünü ve barışa yönelik bir değişim yaratmadaki sorumluluğunu sorguluyor.  


  Farah, Somali üzerine bilindik haberlerin, patlamaların ya da korsanların dışında bize hem “içeriden” hem de “dışarıdan” bir şeyler anlatabilecek nadir seslerden bir tanesi. 1963’te eğitimi için ülkesinden ayrılan yazar, sonrasında ilk romanının içeriği yüzünden hakkında tutuklama kararı çıkınca bir sürgünün içinde bulur kendini. Bugün ise Güney Afrika’da yaşıyor ve Somali üzerine onu aşkın romanın sahibi. Farklı bir ülkeden Somali ile ilgili yazan yazarın beş dil bildiğini, dünyanın birçok ülkesinde ders vermiş, yaşamış olduğunu ve romanlarını alfabesi 1970’lerde oluşturulan Somali dili yerine İngilizce yazmayı tercih ettiğini düşündüğümüzde karşımıza çok yönlü bir portre çıktığı kesin. Peter Hitchcock’un da belirttiği gibi Farah’nın romanlarında Somali’nin portesi de aynı giriftliğe sahiptir; yazar da bunu eylemler ve insanlar üzerinden oluşturduğu metaforlar aracılığıyla sunmaktadır. Bu anlamda çocuklar için oluşturulan barınağı da farklı bir Somali topluluğu metaforu olarak görebiliriz.

  Jeebleh, Somali’ye geldiğinde neredeyse polisiye diyebileceğimiz bir hikayenin içinde bulur kendini. Üniversiteden arkadaşı Bile’nin yeğeni, Bile’nin çocuklar için kurduğu barınakta yaşayan ve barış sembolü haline gelmiş olan Raasta kaçırılmıştır. Küçük bir çocuk olan Raasta’yı kurtarma hikayesi bir anlamda Somali’nin geçmişiyle ve bugünüyle bir yüzleşmeye dönüşür. Bu noktada Bile, Jeebleh, Raasta’nın annesi ve babası hem onları çevreleyen militer kültürü hem de savaştaki rollerini sorgularlar.

  Diktatörlük rejiminde baskın olan Somali milli kimliğinin rejim yıkıldıktan sonra yerini aşiret kimliğine bıraktığı bu yıllarda Somalililer yalnızca İngiliz ve İtalyan sömürgeciliğinin kalıntılarıyla değil, aynı zamanda Soğuk Savaş yıllarının mirası olan paramiliter birliklerle ve Somali’ye barış misyonu için gelen ve arkalarında bir enkaz bırakan Amerikan müdahalesinin sonuçlarıyla uğraşmak zorundadır. Artık aşiretler sürekli savaş halindedir. Şiddet her daim şiddeti yeniden üretmektedir. Dikta zamanında hapiste olan Bile’nin, hapishaneden çıktığında “Kimsin?” sorusunun cevabının artık milliyetle değil kan bağıyla, yani bir aşirete aidiyetle yanıtlandığına şahit olması hem değişen hegemonik kimlik algısının, yani aşiret kimliğinin güncel öneminin bir göstergesi olur hem de ülkede baki kalan tek şeyin insanların damarlarına işlemiş olan aşırı politizasyon olduğuna işaret eder. Kitapta insanların ölülerinin yasını tutmaya bile vakitlerinin olmadığının vurgusu sürekli yapılır. Ölülerin başında biten akbabalar ülkenin durumunun şahitleridir. Bu yalnızca insanın insan olarak değerinin kaybını değil, aynı zamanda kişinin kendi hikayesinin ve otonomisinin de olağanlaşmış şiddet sebebiyle kaybına gönderme yapar. Bireyin hikayesi ve trajedisi anonim hale gelmiş, grup kimliği sesini tüketmiştir. Bunun yanında Jeebleh’nin havaalanında arayıp da bulamadığı despedida geleneği gibi Somalili olmaya dair pratiklerin yoksunluğu ya da ölenlerin cenaze namazlarının bile kılınamaması acının dindirilmesine ve samimi bir yüzleşmeye de izin vermez. Kitapta paramiliter gruplara katılmış gençler ve aşiret bilincinde sıkışmış diğer “büyükler” bu hegemonik aşiret kimliğinde boğulmuş ve sürekli kurban oldukları hissiyle yaşayan kişilerdir. Her zaman deşilecek acılar, hesabı sorulmamış kayıplar vardır. Sonu gelmeyen bir mağduriyet söylemi diyebileceğimiz bu söylem herhangi bir çözüme de alan bırakmaz. Aşiret kimliği telafi edilemez bir mağduriyet üzerinden de üretilir hale gelmiş bir kimliktir çünkü.

  Ülkenin genel resmi kitapta böyle çizilirken, karakterlere baktığımızda hepsinin az çok Somali’ye dair alegorik bir rolü olduğunu görürüz. Raasta ve Makka’nın arkadaşlığı Somali’nin barış potansiyeline denk gelirken, diğer bütün “erişkin” figürlerin hepsinin defoları vardır. Bile’ye yardım etmek için gelen İrlandalı arkadaşı Seamus güvenlik delisidir, barınağın kapısına sayısız kilit taktırmıştır. Bile ve Raasta’yı kaçırdığından şüphelenilen bir aşiretin milislerinin lideri Coloosha, Somali tarihinin farklı aşamalarını temsil ediyor gibidir. Bile iyi eğitimli bir doktordur, ama Somali’de kalmayı tercih etmiştir. Yine de kitabın sonunda ortaya çıkan bir gerçekle Bile’nin de kendisini çevreleyen kötülüklere özel bir bağışıklığı olmadığını anlarız. Coloosha ise bir kötülük abidesi olarak okunabilir, fakat onun da daha sonraları romandaki diğer karakterler için bir ayna görevi gördüğünü anlarız. Raasta’nın annesi Shanta ve babası Faahiye sürekli tartışılar; bu bir anlamda birbiriyle bağı olan ama iletişim kuramayan insanlardan oluşan Somali “ailesinin” çatışmasına denk gelmektedir. Shanta çocuğu kaçırılmış bir anne olarak acısını nasıl ifade edeceğini bilemeyen, radikalleşen ve neredeyse histerik kadın klişesine yakın tasvir edilmiş bir figürdür. Burada yazarın kitapta sürekli tekrar ettiği eleştirisi Bile tarafından dillendirilir: “Biz kişisel bir acıyla müşterek acıyı birbirine karıştırıyoruz. Bunun hiç işe yaramadığını düşüyorum.” Bir anlamda Bile’nin ağzından konuşan Farah, birbirinden ayrılması aslında hiç de kolay olmayan özel ve kamusal mağduriyetlerin birbirinden ayrılığını savunuyor gibidir. En azından Somali özelinde özel ve kamusalın böylesi birlikteliği, duyguların politizasyonuna ve şiddet üreten bir mağduriyet söyleminin çoğalmasına sebep olur.

  Kitabın asıl karakteri Jeebleh ise üçüncü dünya entelektüelini temsil ediyor gibidir ve böyle bir karakter beraberinde aidiyet, bireyin topluluğa karşı sorumluluğu, değişim yaratmadaki rolü ve otonomisi üzerine soruları beraberinde getirir. Amerika’da Amerikalı eşi ve çocuklarıyla yaşayan, Dante üzerine uzmanlaşmış bir akademisyen olan Jeebleh her ne kadar annesinin mezarını aramak için Somali’ye geldiğini söylese de, sonraları Jeebleh’nin bütün bu olaylar içerisindeki yerini ve kendine biçtiği rolü sorgularız. Yazar, bireyin otonomisine ve şiddetsizliği içeren etik değerlere çok önem veren, aşiretlerin bireyselliğe izin vermeyen yapısını sert bir biçimde eleştiren bu karakteri roman başlar başlamaz ona nefes aldırmayan bir bağlamla sarmalar, şiddet olağanlaşmıştır; Jeebleh’nin çocukluğunun ülkesi çok değişmiştir. Ve aslında değişen, şiddetin olağanlığının istikrarsızlaştırdığı “biz” tanımıdır. Bu tanımın dengesizliği bir anlamda kendini Amerika’da yaşayan bir Somalili olarak tanımlayan Jeebleh’nin “ben”inde de sorunlara neden olur. Amerika’yla olan bağının farkına varmasına sebep olur. Dolayısıyla onun (üst bir bakışın ürünü olan) etik değerleri de aslında Amerika’yla kurduğu aidiyet bağından bağımsız değildir. Okurda bu sorgulamaya yol açan şey ise Jeebleh’nin şiddetle hesaplaşmasıdır. Başkalarına atfettiği şiddete sonraları kendisi de bulaşır-tıpkı Somali’ye yardım için gelen Amerikan askerleri gibi- ve bir anlamda hor gördüğü aşiret liderlerine benzemesi kendi etik değerlerini de sarsar. Bu süreç Jeebleh’nin annesinin mezarını aramayı neredeyse unutması, Raasta’yı bulma çabasında sorumluluk alması, ama aldığı bu sorumluluğun da aslında Coloosha’ya duyduğu öfkeden dolayı gerçekleşmesiyle örneklenir. Ama insanların sorumluluk almamasından yakınan Jeebleh, şiddete karşı tavrındaki bu değişim için kendini değil, başkalarını ve bağlamı sorumlu tutar. Farah şiddetsizliğe giden yolun kişinin kendi duruşunu, kuracağı ortaklıkları ve aidiyetini iyi belirlemesinden geçtiğini söyler gibidir. Timothy Brennan da Jeebleh’nin bir nevi özetini yapmaktadır;  birinin ulusal aidiyetini ya da konumsallığını tanımayı reddetmesinin, evrensel olduğuna inandığı ve illa da öyle olmaları gerekmeyen ideallerin dayatmasına sebep olabildiğini söyler. Bir anlamda Jeebleh’ninki gibi bir entelektüellik, iktidar ilişkilerini farklı bir biçimde yeniden üretebilir. Jeebleh’nin geçmişine baktığımızda, o her ne kadar kozmopolitanizm teorilerinin merkezindeki çok kültürlü, çok dilli, coğrafi açıdan hareketli ve etik sahibi insanı temsil ediyor gibi gözükse de, tam da bu tip bir sömürgeci kozmopolitanizm algısının bir eleştirisi onun aracılığıyla yapılıyor gibidir.

  Bu eleştirinin yanında, kitapta yazarın önerdiği ve benim de alternatif bir kozmopolitanizm denilebileceğini düşündüğüm bir toplum modeli de söz konusudur. Jeebleh’nin ve bütün diğer “büyüklerin” bir testten geçirildiği kitapta, çocuklar ve barınak bütün bunlardan muaf tutulmuştur. Barınak ve o barınakta yaşayan çocuklar, Bile ve mülteciler alternatif bir topluluk kurmuş ve alternatif bir aidiyet modeli öneriyor gibidir. Bu modeli en iyi örnekleyen iki çocuğun, yani Raasta ve Makka’nın arkadaşlığıdır. Bu, kitapta neredeyse küçük bir topluluk modeli gibi yansıtılır. Raasta “bir mucize çocuktur,” dilleri çok kolay öğrenir, neredeyse bir erişkin gibi davranır; bunun yanında Makka “anlatılmamış bir hikayedir” ve hafızadan yoksundur. Hangi ulustan olduğu tam olarak bilinmeyen, anlaşılmaz sesler çıkaran, sesleri yaratıcı bir biçimde bir araya getiren ama herhangi bir dili konuşmayan Makka’yı tanımlayan şeyin sessizlik ve travma olduğunu söyleyebiliriz. Travmanın temsil edilebilmesinin zorluğu Makka’da vücut bulmuş gibidir. Her ne kadar çok farklı iki çocuk olsalar da, kızların arasındaki iletişim sürekli olumlanır. Bile ikisinin ilişkisi hakkında şöyle bir yorumda bulunur: “Birbirlerine o kadar benzemiyorlar ki, inanılmaz… Ama birbirlerine tamamıyla bağlandılar ve kendi tarzlarında birbirlerine benzemeye başladılar… Aslında, bir dereceye kadar Raasta ve Makka’nın aynı sesleri çıkardığı söylenebilir.” Raasta’nın sürekli tartışan ebeveynlerinin, aşiretlerin ve milislerin çatıştığı ülkenin karşısında Raasta ve Makka şiddetin sızamadığı ideal bir ilişki kurmuşlardır. Raasta çatışmanın giderilmesini, arabuluculuğu ve acıyla yapıcı bir biçimde yüzleşmeyi, geçmişle gelecek arasında kurulan köprüyü temsil eder; Makka geçmişin getirdikleri ve travmayla özdeşleştirilebilecekken, bir yandan da çok masum bir çocuk olarak tanımlanır, içinde bulunduğu anı yaşamaktadır, o belki de “şimdi”yi temsil eder. Raasta hem diğer insanlarla ilişkilerinde sınır çizmesini bilen hem de sorumluluk alan bir karakter olarak anlatılır. Bazen onu hiç tanımayan insanları bir mıknatıs gibi kendine çeker ve kendini en çok ailesinin yanında rahatsız hisseder, çünkü onlar kişisel sınırları aşmaya çok meyillidirler. Raasta’nın kendi otonomisini koruması, toplumdaki rolünü ve ait hissettiği yeri iyi tanımlayabilmesi bir arada mümkün olabilmektedir ancak. İki çocuğun kurduğu bu küçük topluluk barınakta kurulan ilişkilerin çekirdeği gibidir. Jeebleh’nin aksine, barınakta topluluğun her üyesi topluluğa karşı sorumluluğunu kabul eder; şiddetin doğurduğu acı ve bıraktığı izle bir şekilde başa çıkabilme yolları arar.  

  Barınakta yaşayan insanlar aynı aşiretten değillerdir. Her ne kadar Raasta Somalili olsa da, isminin bir Müslüman ismi olmadığı ya da Somali dilinden gelmediği belirtilir. Makka ise “yarı Somalili, yarı Avrupalı, yarı belirsizdir.” Makka kendini Somalice “Aniga, anigoo, ah!” şeklinde yani Türkçeye “Ben, ben, ben” olarak çevirebileceğimiz şekilde ifade eder. O bir açıdan parçalı bir benliğe sahiptir. Denilebilir ki, Farah’nın barınakta yarattığı ideal hem kapsayıcı hem de bu parçalılığa açık bir yerdir. Walter D. Mignolo’nun önermesini hatırlarsak, eleştirel ve diyalojik bir kozmopolitanizm, evrensel ve kozmopolit bir proje olarak çeşitliliğe teslim olmayı ve bu projeye insanların dahil edilmeleri yerine dahil olmalarını gerektirir. Bu barınakta Somali gelenekleri geçmişi geleceğe bağlayan pratikler olarak yerine getirilirler; ancak Farah’nın kurduğu dünyada gelenekler bireyin kimliğinin grubunkinin içinde erimesine neden olmaz. Tam tersine Somali gelenekleri geçmişin ve bir topluluğa ait olma algısının yapıcı bir biçimde yeniden kurulmasına yardımcı olurlar. Barınaktakiler bu geleneklere kendi istekleri sonucu katılırlar. Beraber yemek yerler, alla-bari adlı bir geleneksel ziyafet düzenlerler. Gelenekler, aşiret gibi hegemonik kimlik anlatılarının tahakkümünden sıyrılmış ve daha organik ilişkilerde sürdürülür hale gelmiştir. Bu vahaya benzer yaşam alanında farklı geçmişlerden gelen insanların gelenekler yoluyla ortak geçmişlerini yeniden kurduklarını ve kendilerine özgü iletişimlerini oluşturduklarını görürüz.

  Farah’nın iç savaşın ortasında oluşturduğu bu vaha, imkansız görünmesine ve farklı bir zaman ve mekanda bulunuyor gibi olmasına rağmen, Somali’de barışa ve birlikte yaşamaya yönelik var olan bir potansiyeli örnekler. Yazarın Somali geleneklerinin önemine ve dönüştürücülüğüne yaptığı özel vurgu bu potansiyel arayışıyla yakından ilgili gibidir. Her ne kadar anlatıcı bazen didaktik denilebilecek bir tona bürünse de, Farah, odağa Jeebleh üzerinden eleştirdiği “aydın” biçimin yerine, başka bir entelektüelliği koyar. Ona göre üçüncü dünya entelektüeli şiddeti ve bunu üreten iktidar ilişkilerini pekiştirmemeli, kendi aidiyetini ve konumsallığını sürekli göz önünde tutmalıdır. Farah da bunu, uzağında olduğu ama romanlarının konusu olmaya devam eden ülkesi Somali için bir gelecek hayali tasarlamaya çalışarak yapmaya çalışır gibidir. 

Dipnotlar:

*Nuruddin Farah’nın Türkçeye çevrilen tek kitabı Kayıp Ülkenin Haritası’dır.  

Kaynakça:

Brennan, Timothy. Cosmopolitanism Now. Cambridge: Harvard UP, 1997.
Farah, Nuriddin. Links. New York: Riverhead Books, 2004.
Hitchcock, Peter. “Postcolonial Failure and the Politics of Nation.” South Atlantic Quarterly. 106:4. (Fall 2007): 727 – 751.
Mignolo, Walter D. “The Many Faces of Cosmo-polis: Border Thinking and Critical Cosmopolitanism.” Public Culture. 12.3: 721-748.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder