"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

9 Haziran 2011 Perşembe

Selçuk Orhan İle Söyleşi


Bir İlk Roman: 40 Hadis

Özge Ercan
Sıcak Nal, Temmuz-Ağustos 2010, sayı 3.

 Ö. E. : 2004’te, o sırada içinde bulunduğunuz topluluğa “inançsız” biri olduğunuzu açıkladığınızı söylüyorsunuz. Nasıl tepkiler aldınız? 40 Hadis, bu açıklamanın bir sonucu mu?


 S. O. : Aslında sadece kendi çevremde değer verdiğim az sayıda kişiye böyle bir açıklama yapma gereği duymuştum. Aksi takdirde bu insanlarla ilişkimi ikiyüzlülük içinde kurmam gerekirdi. İlk tepki olarak, sanırım bir çeşit depresyon içinde olduğumu düşündüler. Kesinlikle yargılamadılar… Dergilerde birlikte yazmaya, dosyalar oluşturmaya devam ettik. Sadece böyle bir şeyi dile getirmekte acele etmememi tavsiye edenler oldu. Hepsiyle dostluğum sürüyor. İnanç konularını hiç kimseyle tartışmadım. Türkiye’de inanç kavramı aslında İslam çerçevesini aşan çok katmanlı bir ilişkiler ağı içinde anlaşılabilir. Kişisel ve içsel deneyimin kendi başına bir şey ifade etmeyeceğini herkes biliyor… Ama 40 Hadis bu açıklamanın sonucu değil; 2004’ten önce tasarlamaya başladığım bir roman. Hatta romandaki karakterlerin bazılarının temeli 2003’te yayımlanan Taş Kayık’ta yer alan öykülerde atılmıştır. Sanat, insanın inanca dayalı ya da ideolojik özdenetimini sorgulamasını gerektiriyor; 40 Hadis belki kişisel sorgulamalarımın yoğunlaştığı bir döneme denk gelmesi açısından daha dolu bir kitap olmuş olabilir.

  

 Ö. E. :  40 Hadis, insanı bir hayli ürküten bir kitap. Hatta, kitabı hem bitirmek hem de bırakmak istiyorsunuz. Bu ürkme, yaşanan “siyasal” ve “sosyal” değişimin farkında olup, içeriğini göz ardı etmiş olmamızdan kaynaklanıyor olabilir mi?



  S. O. :  Benzer yorumları kitabı okumuş kişilerden işitiyorum. Ürkmek kelime anlamı açısından aslında bedensel bir tepkidir. Bedensel tepkileri de kendimizi tehdit altında hissettiğimizde veririz. Öğrendiklerimizle gerçekliğe ilişkin bir tasarım oluştururuz; böylece içinde bulunduğumuz toplumun bir haritası oluşur zihnimizde. Bu haritanın bize yol göstermediğini sezdiğimiz noktada kaybolma tehdidi ortaya çıkıyor. 40 Hadis bir belgesel değil; ama bizim için çizilmiş böyle haritaların işlerliğini sorguluyor. Türkiye’deki siyasal ve sosyal değişim ise Dünya’ya egemen yeni baskıcı düzenin özgül bir görünümü bana göre. Siyasal değişimden nasıl söz edebiliriz bilmiyorum; çünkü aslında tüm Dünya’da siyasetin yok edildiği büyük bir travma çağını yaşıyoruz. İslamcılığın yükselişi ve sonunda iktidara çıkması ile üstü kapalı ya da açık global ilişkiler arasındaki bağı görmeye çalışmamız gerekli. 40 Hadis sonuçta roman karakterleri üstünden bu durumun taşıdığı çelişkilere de bakmaya çalışıyor. Belki ürkütücülüğü bu durumu insan ilişkilerine indirgeyerek okura yakınlaştırmasındandır.



  Ö. E. : Önsözünüzde, bu kitapta adı geçen kişi ve olayların gerçek olmadığını söylüyorsunuz. Bir türlü buna inanamadım…



  S. O. : Bu aklıma şunu getiriyor: Yıldız Ecevit, Oğuz Atay biyografisinde Tehlikeli Oyunlar’daki Bilge karakteri ile Sevin Seydi arasındaki ilişkiyi bana göre biraz fazla ileri götürmüştü. Ya da Tutunamayanlar’daki Süleyman Kargı karakteriyle Vü’sat O. Bener ilgisindeki ısrarı da aşırıydı. Ama kavramsal açıdan yanlış da değildi. Bu durumda üst üste binmiş tasarımlardan söz ediyoruz. Bir insanın zihni başkaları üstüne düşünmekle oluşur. Oğuz Atay belki tanıdığı kimselerin zihnindeki izdüşümlerinden yararlandı romanlarında- Yıldız Ecevit de, Oğuz Atay’ın zihnini okumaya çalıştı. Gerçekçi roman karakterleri şöyle ya da böyle derlemedir, biraz hayattan biraz başka kitaplardan kesip biçmedir. Kurmaca, bir gürültü içinden uygun parçaları çekip bir biçim oluşturma çabası. Kurmaca, yaşamın bir düzeni olduğunu sandırır; ama aldatmacayı bir noktada kırmalıdır. Yazarın topluma ayna tuttuğu söylenemez, ama olmayan ilişkileri üretmeye kalktığında okuruyla bağını yitirir. Yanlış anlayan biri olabilirim ama yalan söyleyen biri olmak istemem.



 Ö. E. : 40 Hadis, “cemaatle” ilgili bir ilk romansa eğer bu durumun anlatınızı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?



 S. O. :  Açıkçası cemaat deyince neyi anlamam gerektiğini kestiremiyorum; söz gelimi nur cemaati kendi içinde, kendini tanımlamak için bu ifadeyi kullanır. İslamcı çevre içinde kendinden cemaat olarak söz etmeyen oluşumlar da vardır. Romanda kabaca da olsa konu ettiğim yaşamalancılar da pekala bir cemaat sayılabilir. İlk romanımın gerilimli bir toplumsal mesele üstüne olmasının risklerinden çekiniyorum. Biçimsel özellikleri göz ardı edilecek, eleştirilmesi gerekiyorsa da belki atlanacak. Yine de romanın kamusal görünüşünü kabul etmek durumundayım. 40 Hadis’te değişik çevrelerin kendine özgü dillerini yeniden kurgulamayı denedim. İç sorgular yerine şiddetli dışavurum anları yaratmaya çabaladım. Özel isimleri, kişi, kurum ya da markaları kullanmaktan çekinmedim. Bu tercihlerin zengin bir anlatım zemini yarattığına inanıyorum; bu zemini ne kadar başarıyla kullandığımsa, okurun değerlendirmesine kalmış.



  Ö. E. : Bir de, “Ne kadar cahilmişim” diye hayıflanırken buluyor insan kendini. Kitabı yazarken “yeni oluşan bu çevreyi”, o çevreden olmayanlara anlatma gibi bir amacınız var mıydı?



  S. O. : Yoktu. 40 Hadis bu amaçla okunabilecek bir referans roman sayılamaz. Bu konularda yıllardır yazan araştırmacı ve gazeteciler var ilk kaynak olması gereken. Tam tersine belki 40 Hadis yorumlanırken ya da eleştirilirken başka referanslardan yola çıkılabilir. Benim için örneğin Nazan’ın ya da Zeynep’in nereye varacağı önemliydi; karakterler oluşturmaya çalışırken çevre ve toplum ilişkileri kendiliğinden romanın evrenini oluşturdu. Romanın omurgası bana göre insanların birbirine inanma çabası üstüne oturuyor. Nazan, Zeynep ya da Niyazi Gümüş bana göre belli bir çevreden olmayan insanların da üstüne alınabileceği karakterler… 40 Hadis’in belli bir çevreye ilişkin olduğu doğrudur; ama bu ilişkinin yıllar içinde başka bir çizgide okumayı getireceğini de umuyorum. Örneğin Dostoyevski’nin Cinler’i Neçayev ve nihilistler üstüne demek yanlış olmaz; ama biz Rus nihilistlerini tanımak için okumayız Cinler’i.



Ö. E. :   Roman kahramanlarınızdan biri şöyle diyor: “İnanan, inanmış, sonra inancını yitirmiş bir insanın kerahat duygusunu içinden atması kolay olmuyor. Yenmemesi gereken bir şeyi yemiş gibi; insan, bedenine, bütünlüğüne, kişiliğine bir kirliliğin, bir bozukluğun sindiğini sanıyor.” Bir ateistle, sonradan inançsız olduğunu anlayan bir insanın Tanrı ile alay ederken hissettiği en büyük fark nedir?



  S. O. : Kişisel deneyimler üstüne genelleme yapmak çok zor. Alay bana göre bir boşalma mekanizması; romanda da ateizme kayan ya da kendini sorgulayan karakterlerin Tanrı’yla ilişkilerini çözmek için kullandığı bir araç. Alıntıladığınız cümlelerde geçen kirlilik duygusu ise dönüşmüş olmanı n semptomu- ergenlik çağına giren çocuklar da benzer duyguları yaşar.



  Ö. E. : Kadın kahramanlarınız Zeynep ve Nazan’ın yaşadıklarını okuyunca, kadın olmanın “cemaat” içinde de zor olduğunu anlıyor insan. Nazan da Zeynep de genç iki kadın ve sadece babalarının istedikleri hayatları yaşıyorlar. Yoğun dini eğitimden geçmişler, babalarıyla itişe kakışa var olmaya çalışmışlar ve bu yüzden de hem yorgun hem de umutsuzlar. Kadınların belli bir kalıba sokularak yaşatılması, “cemaatin kadınları”nın da hayat yolunu değiştirmesi anlamına gelmez mi? 



 S. O. :  Kadın kimliğiyle yaşamanın zorluğu cemaatlerle sınırlı değil. Toplumsal cinsiyet küçük yaşlardan başlayarak insana uygulanan en ağır dayatmalardan biridir. Kadınlar erkeklere göre daha bir sıkıdüzen içine sokulur; en basiti kadın bedeni arzu ilişkilerinin ekonomisi içinde ön planda olduğu için parçalanmış ve anlamlandırılmıştır. Dinsel cemaatler içinde modern yaşamla karşılaşma aşırı baskılama ya da çelişik durumlar yaratmaya yol açabiliyor. Cemaatlerin yarattığı en ciddi sıkıntı şu: Kendilerine bağlı bireyleri ideolojik olarak başkalarıyla iletişime geçmeye karşı kapatırlar. Sözde buna bir engel yoktur ama cemaat içinde ve dışında iletişim biçim değiştirir. Aslında son yılların islamcı çevrelerinde kadınlar seslerini duyurmayı, söz almayı daha yaygın biçimde başardı. Ama örneğin başı kapalı kadınların üniversitelere ya da devlet kurumlarına alınmamasına ilişkin yasakların uygulanması ağırlaşınca, bu konuda “islami” diyebileceğimiz kurumlar katı bir titizlik göstermekten çekinmedi ve kadınları kendi kamularından ayıklayarak eskil rollerine, ev hanımlığına itti. Baba-Kız ilişkisinin romanda çatıyı oluşturmasının ise önemli olduğunu düşünüyorum. Bu konuda Selman Bayer’in 40 Hadis’le ilgili değerlendirmesi çok hoşuma gitmişti; romanda, 90’lar sonrasında islamcı çevrenin aslında anaerkil bir kimlik sergilendiğini belirtiyordu. Bunun tarihsel bir değerlendirme olarak geçerliğine bir şey diyemem ama romanla ilgili kişisel düşüncemi yansıtıyor. Keza Nazan ve Zeynep babalarıyla ilişkisini bir savaşa dönüştürüyor; Zeynep biraz daha şanslı, çünkü zaafları olan, yenik bir babanın kızı.



  Ö. E. : Sağcıların dünya klasiklerini “kendi dünya”ları doğrultusunda kısaltması, kesmesi ya da yorumlaması; insanları kötülükten korumak için mi yoksa kitapta da dediğiniz gibi “aklın nedeninin karşı çıkmak” olduğu bilincinden mi?



  S. O. :  Kitapların tahrif edilmesi sadece sağcılara özgü bir iş değil; sağcılık da sadece dinle doğmuş bir siyasal duruş sayılmaz. Aslında, romanda klasiklerin tahrif edilmesiyle ilgili bölüm, gerçeklikle kurmaca ilişkisini ele almak açısından yerinde bir örnek olabilir. Bazı yayınevleri klasikleri özetleyerek basıyor, basarken de değiştirmelerle bambaşka bir kimliğe bürüyor. Bu olgudan hareketle bir öykü çıkarmaya çalıştım. Niyazi Gümüş, Karamazov Kardeşler’i yayıncının isteğine uygun biçimde dinsel bir anlama bürüyerek çeviriyor- ama bir yandan da kurmacada bilinçli bir çatlak oluşturuyor: Alyoşa’yı babasının katili yapıyor. Bir bakıma kişisel çelişkisiyle tahrif biçimi arasında koşutluk kuruyor; bu koşutlukla, tahrifle oluşan yapıt, yeni bir edebiyat yapıtına dönüşüyor. Bu öykünün geçtiği bölümde edebiyat eleştirisine özgü terimsel bir dil kullanmaktan da kaçınmadım. Aslında bu zemin, 40 Hadis’in bütününe kişisel bakışımı da ortaya koyuyor olabilir, bilmiyorum. Akıl gerçekten ele aldığı düşünceyi sınama eğilimindedir. Bence herkes, arasıra oturup geçmiş yıllar boyunca elde ettiği birikimi, inandığı gerçekleri, kısacası varını yoğunu ortaya koyup sınamalı; değişmekten, dönüşmekten korku duymaktır sağcılık.



  Ö. E. : 2002 sonrasında kitap isimlerinde hadis, ayet, fetva, dua gibi dini referanslara daha çok başvurulduğu söyleniyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?



   S. O. : 90’ların ortasından beri böyle bir durum var; 2000’lerde toplam roman sayısında olağanüstü bir artış oldu. Dinsel yerine mistik göndermeler demek daha uygun düşer sanırım, örneğin Sema Kaygusuz’un “Yere Düşen Dualar” diye romanı var ama dinsel bir içeriği yok. Ya da İhsan Oktay Anar, Amat’ta Kur’an alıntıları ve alegorik göndermeler kullanıyor. Mistisizm yaygınlaşan bir eğilim; yani kutsalın kurgulanması ya da kurgunun kutsallaştırılması. Aşırılaşması ise bana göre toplumda geriye gidişi gösteriyor. Eleştirellik aranan bir değer olmaktan çıkıyor. Mistisizm kendine kapanan bir belirsizlik durumunu, anlama çabasının boşluğunu destekler. Kitap isimlerini bu yönden açıklamak mümkün mü? Bilmiyorum. Hepsinin içeriğini ayrı ayrı incelemek gerekir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder