"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

19 Haziran 2011 Pazar

Kremle ve Tersten


İbrahim Halaçoğlu
Sıcak Nal, Mayıs-Haziran 2010, sayı 2.


1. Koğuş nöbetçisi herkesin dışarı çıkması için ağzının içinde beklettiği salyaları dişlerinden dudaklarına doğru uzata uzata bağırıyor. ‘Koğuşu boşaltın lan pezevenkler.’

2. Akif 37 nolu yatağının üstünde sırtını kamburlaştırarak yorgan katlıyor. Yorganın içi: tandırda yeni pişmiş köy ekmeği. Üstü kabarık ve gergin.

3. Komutanlardan biri gelsin, yorganın yanında birazcık bağırsın, korkudan sönebilir yorgan ve Akif’in çarşısının kilitlendiğini söyleyen kağıdın ‘neden’ hanesinde disiplinsizlik yazabilir. Çarşısı kilitlenen Akif tıraş olurken burnunun altındaki beni hırpalayabilir. Siyah benden koyu kırmızı kan akabilir.

4.Akif kamburunu biraz daha çıkartıyor, yorganını nizami katlıyor.


Bir ses:

- Ulan çaktığım, yorganın anasını dilledin.

 Akif sabahları konuşmuyor. Er ve erbaş arkadaşları ona küfür buketleri savurabiliyorlar. Akif yine de konuşmuyor. Gözleri irinli bir sabahı öper gibi uyanıyor. Beni terden parlıyor, ağzının kuruluğu damağıyla dilini kaşıyor ama Akif yine de konuşmuyor.

Günaydın Yarraaam

   İlk 15 Eylül’de olmuştu. Şafak, batınca ikiyüzkırktı. Akif, köyünde görmediği kadar çok sarı ayak tırnağıyla, gergin göbek deliğiyle, biçimsiz kaslarla ve renk renk insan tüyüyle münasebet artırmıştı. Bütün bu görüntü ve koku arşivi aklına köydeki Erkan’ın inip kalkan karnını getiriyordu ilk başlarda.

   Yan ranzadaki erin dalga dalga yaydığı koku ÞErkan’ın taze süt, bal ve sigara kokan nefesi.

   Sabah içtimasındaki tüfeksiz hareketler esnasında göz kırpan yeşil tişört altı insan etleri Þ Erkan’ın inip kalkan karnının üstündeki karahindiba tüyleri.

   Er ve erbaş gazinosunda tostlar pişerken baktığı spor sakatlanmalarını önleme kitapçığıÞ Erkan’ın Göbeğinin tesadüfen biçimlenmiş çizgileri ve koltukaltının hamur aşı kokusu.

   Daha sonra Bünyamin’in baldırları Bünyamin’in baldırlarını, Serhat’ın dudaklarının pembeliği Serhat’ın dudaklarının pembeliğini ve Edip’in kıvrak kasıkları Edip’in kıvrak kasıklarını düşürmeye başladı aklına. Akif, 15 Eylül’de gece 3-5 nöbetini tamamladıktan sonra ince kadın çorapları gibi en hafif rüzgar yüzünden bile kaçabilen bir uykuya kendini bırakmış ve önce Erkan’ın inip kalkan karnını sonra Bünyamin’in kıllı baldırlarını daha sonra Serhat’ın pembe dudaklarını ve sonunda da Edip’in ileri geri giden kasıklarını görmüştü. Gördüğü kendine yetmezmiş, askeri iç çamaşırının yapışkan ıslaklığı onu rahatlamalara meyletmezmiş gibi bir de rüyasında konuşmuştu. Sabah 5'ten sonra uykusunu hafifleten ve uyanmaya yüz tutan askerler Akif’in tanığıydı.


Sikimde olur musun?

“Lan, benli, koğuşlara su basacağız, sen de o suları jiletle çekeceksin. Kupkuru olacak.”

   Akif yine konuşmuyor. Şafağı yetmiyor. Biliyor ki koğuşa kovalardan sular dökülecek, diğerleri eline önce kullan-at tıraş bıçağı tutuşturup suları çekmesini isteyecekler, girdiği halleri izleyip bazen iğrenecek bazen de kendi duş sefalarını süsleyebilecek gerçek bir seks vaadi ile kan pompalayacaklar. Artık 31 demeyi bıraktıkları, ellerini başka eyleyip adını ‘elizabet’ koydukları bu 3 dakikalık seansta Akif’in yollu kalçası onları yalnız bırakmayacak. Gazeteden kopartılmış bir sibelcan’dan ya da gülbenergen’den daha yakın, daha gerçek olan koğuş suyu çeken Akif’i göz kapaklarının pembe iç derilerine gerecekler. Elizabet bellerini bükerken Akif’i mücevherlendirecekler. Akif bu yumuşak taşları üstünden silkelerken önceleri çıkmayan sesini mırıltıya çevirip melodik bir çizgide ötecek. Diğerleri tıraş bıçağını elinden alacak ve yerine suyu kaydırmaya yarayan çek-paslardan verecekler. Verdikleri çek-pas’ın suyu kaydıran plastik kısmı epriyip suyu çekemez halde olduğu için Akif kenarda duran işe yarar çek-paslardan birine ‘acaba?’ diyecek ve diğerlerinden biri içindeki birikimden mürekkep, nefret ve hayranlık dolu zımpara sesiyle Akif’in fazlalıklarını rendeleyecek. “Olur musun lan” diyecek. “Sikimde olur musun?” Akif, Hüseyin’in koğuşu temizletmesine ve elinde jilet ya da işe yaramaz çek-pasla ona ıstırap olmasına değil de en çok bu lafına içerleyip aslında içten içe onun sikinde olmak isteyecek.

PopStarların Gerdanları

   Er ve Erbaş gazinosuna kendilerine öğretildiği gibi nizami dizilmiş askerler 30 Eylül’de çitlenmiş çekirdekten, makine kahvesinden, jilet gibi inceltilmiş tosttan, ve kirli paspastan çok testosteron kokuyor. Müzik kanalının bahşettiği her kadın bir tanrıça her yılan bir leylak her gerdan bir kalça. Gözleri atıyor, kalpleri yuvalarında oynuyor, canları çekiyor askerlerin. Akif eksiksiz bir ilgiyle bakıyor cam ekrana. Bayılıyor popstarların memelerine, memelerinin havada bıraktığı izlere ve o izlerin onlar her öne doğru göbek attıklarında gerdanlarına çarpmasına. Askerlerden biri şarkı söyleyen kahpeyi biraz fazla geçkin bulunca kumandanın düğmesine basılıyor. Elektronik bir pıt sesiyle kanal değişiyor. Bir kanalın sıkılmadan tekrar tekrar yayınladığı ünlü bir stand-up’çının gösterisine denk geliniyor. Erler uğulduyor. Onay-şikayet mırıltıları arasında kimse avazı çıktığı kadar bağırmıyorsa ekrandaki şişman adam hepimizi güldürsün diye umuluyor.

   Şişman köpek dişlerinden sadece birini gösterirken ‘sizi güldürürken umun beni, yarın akşam bu saatte yine aynı kanalda yine umun beni’ diyor.

  Akif, orada herkesle birlikte hormonlarını sindirirken yalnız olmak istemiyor. Bu yüzden, ekrandaki her espri patlattığında, yanındakine onaylatmadan kahkahasını ziyadesiyle atamıyor. Haliyle yanındakinin dizine  dokunuyor, kafasını hafifçe eğiyor, ‘Anladın mı? Hadi beraber gülelim ama Allah belamızı hiç vermesin’ dermiş gibi bakıyor. Onay geliyor, geçiyor, beraber gülüyorlar. Kahkaha senkroncu İsmail hemen bu yaptığına pişman oluyor ve bağırmaya başlıyor “Açın da biraz göt bacak görek lan bırakın bu bisikime benzemeyen şişko ibneyi.”

PoğaçaBörek

   “Burası değil, burası kabul etmiyor” diyor Akif önce bogazını sonra kafasını göstererek. İki gün önce yemekhanede buğulu siyah bir nokta gibi oradan oraya geçen fareyi hatırlayarak, o sabah kahvaltı yapamıyor. Diğerleri zaten uğramıyor bile yemekhaneye. Onların türü bir araya geliyor. Sigaraları ağızlarından kopmak üzere olan bir uzangaç gibi sarkıyor. Konuştukları anlaşılmıyor. Cesaret edip bir süreliğine kışla dışına kaçabiliyor, karşıdaki pastaneden sıcacık poğaçabörek alabiliyorlar. Akif, İsmail’e yanaşıyor. İsmail gözlerini kısıyor. İkisi aynı anda soğuk havalar çekip ılık rayihalar üflüyorlar. “Bana iki peynirli bir zeytinli.” İsmail ona hem güler hem de poğaçabörek alır sanıyor. İsmail Akif’e gülmüyor ama poğaçabörek alıyor. Üç zeytinli.



Akif İsmailin yarraaaana elizabet

   Diğerlerinin hepsi koğuş köşelerinde, tuvalet fayanslarında, çardak altlarında, kantin sıralarında, içtimaların gizli mırıltılarında tarih yazıyor. ‘Akif’ diyorlar ‘İsmail’in poğaçasına ilelebet’. ‘Efendim?’ diyorlar. ‘Akif’ diyorlar ‘İsmail’in parasına bin musibet’. ‘Nasıl yani?’ diyorlar. ‘Akif’ diyorlar sonra ‘İsmail’in yarraaaana elizabet’.

Vay İbne!

   Bir de biz bu topla aynı koğuşta yatıyoruz. Bu top sabah kalkıyor, nefes alıp veriyor, yatağını yapıyor. –yatağını bozuyorlar-
   Bu top gidip mecbur olduğu halde askeri tişört askeri don giyiyor- donlarını tişörtlerini yırtıyorlar-
  Bu top gidip bir de utanmadan tıraş oluyor –tıraş köpüğünü lavabolara, tuvalet deliklerine sıkıyorlar.

   Akif konuşmuyor. Gelip dolabını düzenliyor. Nizami. Gelip çarşafını geriyor. Nizami. Aynaya bakıyor, beninin üstündeki kılları eliyle çekiştiriyor. Nizami. Jiletini çıkarıyor cebinden. Dolabının dibinden diğerlerinin gözünden kaçmış el kremini alıyor bir de. Bir güzel tıraşını oluyor. Köpüğü olmayabilir ama Akif olduğu en güzel tıraşı oluyor. Kremle ve tersten.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder