"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

11 Haziran 2011 Cumartesi

Edebiyat Dünyasının Paradigması Nereye Düşer Ey Özne?



Melike Koçak
Sıcak Nal, Mart-Nisan 2011, sayı 7, Takip. 

  Notos dergisi, Şubat-Mart 2011 sayısında “Çağdaş Türk Edebiyatında En İyi 40 Şey” başlıklı soruşturmasının sonuçlarını yayımladı. 181 kişinin 5’er seçimle katıldığı bu soruşturmanın sonucundaki  “...40 şey” sırasıyla şöyle:

  Nobel Edebiyat Ödülü'nün Orhan Pamuk'a verilmesi - Nâzım Hikmet - İkinci Yeni - Sait Faik ve Alemdağ'da Var Bir Yılan - Oğuz Atay ve Tutunamayanlar - Varlık dergisi - Hasan Âli Yücel ve MEB Tercüme Bürosu - Yaşar Kemal - Ahmet Hamdi Tanpınar - 1950 Kuşağı Öykücüleri - Garip Akımı - Can Yayınları - Orhan Pamuk - Yapı Kredi Yayınları - Bilge Karasu - Yeni Dergi ve De Yayınları - Türk Edebiyatını Dışa Açma (TEDA) Projesi- Yusuf Atılgan ve Anayurt Oteli - Edebiyat Dergilerinin Çeşitlilik Kazanması - Enis Batur - İletişim Yayınları- Kitap Ekleri ve Radikal Kitap - Varlık Yayınları - İhsan Oktay Anar - Hasan Ali Toptaş - Metis Yayınları - Memet Fuat - Adam Öykü - Sanal Ortamda Edebiyat - İnce Memed - Kitap Fuarları ve TÜYAP - Orhan Veli Kanık - Edip Cansever - Fazıl Hüsnü Dağlarca - Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı’nda Onur Konuğu Olması – Memleketimden İnsan Manzaraları - Murathan Mungan - Nurullah Ataç - Orhan Kemal - Roman Patlaması

  Soruşturma, gazetelerde haber olarak yer aldı. Sanırım esaslı denebilecek ilk değerlendirme, Radikal gazetesinin 6 Şubat 2011 tarihli Hayat ekinde yapılmış; burada, soruşturmaya katılan/katılmayan eleştirmen, yazar ve şairlerin görüşlerine yer verilmişti. Başlık: “Kadın Yazarlarını Yok Sayan Bir Edebiyat”tı.  Ardından ”Notos Öykü'nün 181 kişiye sorarak hazırladığı 'Çağdaş Türk Edebiyatında En İyi 40 Şey' listesinde ödüller, dergiler, pek çok yazar, şair var ama hiç kadın yok. Neden yok? Sorumuza yanıt verenler, edebiyat dünyasındaki erkek egemenliğine işaret ediyor.” denmişti. Görüşler, başlıktan da anlaşılacağı üzere, 40 şey’in içerisinde kadınların olmaması üzerine yoğunlaşmıştı.


  Soruşturma sonucu oluşan söz konusu liste, farklı açılardan okunup sorular sordurabilecek, tartışmalar açtırabilecekken edebiyat dünyasının sessizliğini neye yormalı? Farklı okumalar, sorular, tartışmalar Türkiye edebiyatını başka zemine çeker, kalemlerin uyuduğu rahat koltuklar şöyle bir sallanır, rehavet örtüsü yüzlerden düşer; kelimelerle yeni delikler açmak, kuyular kazmak zorunda kalınır diye mi dünya lâkelâm? 

  Gazetedeki değerlendirmeye, listenin kendisine dair söz almadan önce; soruşturma sorusuna bakmalı: “Çağdaş Türk Edebiyatı’nda En İyi 40 Şey (nedir?)”: Geniş, genel, uçsuz bucaksız. Bir o kadar da sınırlayıcı, kısıtlayıcı, indirgemeci, tekleştirici, öze dönük. Edebiyatın çağdaşlığını edebiyat tarihçileri 1900’lerden, hadi diyelim 1930’lardan başlatıyor. Peki. Şimdi, 2011. Hangi çağ, hangi koşullar? Nereye kadar geleceğiz, gelebileceğiz? Seçecek zihinler, 2011’e gelmeye ne kadar eğilimli, öğrenilenlerin/ezber edilmişlerin buna müsadesi var mı? Soru, zihinlerde bir ışık yakarak bunun yolunu açıyor mu? Peki “şey”le beklenen/istenen ne ola ki? Olaylar, olgular, oluşumlar... İnsanlar... Pardon, bir de “Türk edebiyatı” derken? Mehmet Uzun’u, Cemal Süreya’yı, Karin Karakaşlı’yı, Ahmet Arif’i, Mario Levi’yi... aklımıza getirebilir miyiz? Getirince, bu ülke sınırları içerisinde resmî dille yazan herkesin kimliğini de tayin etmiş olmaz mıyız? Bugünün içerisinden, tartışmalarından, gelinen yerden baktığımızda dil içi tanımlama/adlandırma paradigmalarını gözden geçirmeden yeni/başka bir edebiyat/yazı/dergi... mümkün olabilir mi? Ne kadar? Ulus devlet kurma yolunda adımlar atılırken hem edebiyat hem de edebiyat eğitimi bu ülkünün/ideolojinin aygıtı olarak yapılandırılırken kullanıma çıkan “türk edebiyatı - türk yazarı - türk okuru” adlandırmaları bugünün değişen konjöktürü içerisinde yeniden tartışılıp, ele alınmadan yapılacak işler ne kadar “yeni”, “pencere açıcı”dır?  Son, on, yirmi, otuz, kırk yılın içindeki iyiler/başkalar; geçmiş zamanda –hatta uzak geçmişte- kalmadan hiçbir listeye girmeyecek mi? “Çağdaş” ve “Türk Edebiyatı”, “en iyi” dediğimizde; herkesten beş madde istendiği de düşünüldüğünde, bu indirgemeci soruya verilecek yanıtlardan oluşturulacak 40’lık listenin neyi yansıtması beklenir, umulur? Bir beklenti yok; liste, gelecek yanıtlara göre oluşturulacak/oluşturulmuş bir listedir, denebilir mi? Bu, nesnel bir yerde durulduğunun göstergesi olarak kabul edilebilir mi, nihayetinde soruyu soran/kuransak aynı zamanda? Bugün başka bir tiyatro, başka bir sinema, başka bir siyasi mücadele, toplumsal yapı, ülke vb. mümkün kılınmaya çalışılırken böylesi soru/soruşturma ve benzerleriyle başka bir dil/anlatım/içerik... başka bir edebiyat mümkün kılınabilir mi? Tabii bir de şu var, bu başka olanın peşinde miyiz sahiden?

  Kısacası, soruya, böyle bir soruyla yapılan soruşturmanın yapılış amacına dair şerhlerimiz var ve sonuç olarak yayımlanan liste de bunları azaltmıyor.  Semih Gümüş, “günün konusu” başlığı altında verilen soruşturma sonuçlarından önce kısa bir değerlendirme/giriş yazısı yazmış. Bunların ışığında listeyi yeniden gözden geçirmek de şerhlerimizi azaltmıyor. Aksine başka soruları/sorunları doğuruyor. Amaçlarının “edebiyat dünyamıza yeni bir pencere daha açmak” olduğunu, “her seçim gibi bu seçim”in de “kendi öznelliğini içinde taşı”dığını, “doğruyla yanlıştan daha önemli olan”ın “edebiyatın gerçeği” olduğunu, “bu tür soruşturmalarda döneme yakın olanların öne çıkmalarının doğal” olduğununu belirtiyor ve “ağırlık yazarlarda olduysa, edebiyatımızın yüzyılını belirleyenler onlar olduğu içindir” diyor Gümüş. Peki, edebiyatta “günün konusu” bu mudur? Bu mu olmalıdır? Bu, dün’ün konusu değil midir? Nasıl bir bugün yaşıyoruz, nasıl bir bugün inşa edilmekte? Edebiyat bunun neresine düşer? Yeni bir pencere açılıyor mu sahiden? Öznellik, evet; bu öznelliğin arkasında başka neler okunmakta? Döneme mi, merkeze mi yakınlık?  Yazarların belirleyici olduğunu genel kabul olarak aktarmak, şiiri/şiir kültürünü/şairi dışlayıcı değil mi? Peki bu liste her açıdan ne kadar çoğulcu?

  Söz konusu listedeki “şey”in içinde on yedi yazar-şair var. Bugüne kadar, başka başlıklar altında da bu isimlerin pek çoğunu gördük, görüyoruz. “Şey” olarak adlandırılan yazar/şairlerin dışında listede kimi dergiler, yayınevleri, eserler, edebiyata yön veren, edebiyatta kanallar açmış akımlar var; öbürleri gibi bir başlıkta toplanamayacak “şey”ler: kitap fuarı, Nobel Ödülü, Frankfurt kitap fuarı onur konukluğu, tercüme bürosu, sanal edebiyat, roman patlaması. Taze bir okur, bu “40”lar listesinden kendi listelerine eklemeler yapabilir, listelerini oluşturabilir. Türkiye edebiyatın kıymetlileri arasında sayılan pek çok ismi bir arada görebilir. Zira burada ”şey” kapsamına sokulan “isim”lerin her biri -biz bunu tartışma hakkımızı da saklı tutarak söyleyelim- elbette okunası, bilinesi isimler. Kırkı peş peşe sıraladığında her biri kare kare edebiyat coğrafyasının haritasını kısmen de olsa çizmekte. Ama yeni bir pencere açıyor mu, hayır. Zaman zaman kapattığımız, kapattığımızı unuttuğumuz; tozlanmış, belki örümcek bağlamış pencerelerin temizlenip yeniden açılması ve içeri o bildik, hepimize iyi gelen havanın dolması; ve bu havada ne güzel kokular varmış, diyerek kendimizi iyi hissetme, iyileştirme ânını yeniden yaşama çabasından öteye gitmiyor.  

  Peki tek sorun, Radikal Hayat ekinde vurgulandığı gibi edebiyat dünyasının erkek egemen zihniyeti ve bunun kadını yok sayması mı? Bu, Türkiye edebiyat dünyası için yeni bir çıkarım mı? Gazetenin görüşlere yer vererek yaptığı değerlendirme, zihniyet/algı/bakış tartışması yaratacak delikler açmak yerine; soruşturmayla yaratılmaya çalışılan gündem üzerinden başka gündem yaratma çabasıdır. Aksini düşünmek maalesef mümkün değil, iyi niyet havuzum bomboş! “Doğruyla yanlıştan daha önemli olan”ın “edebiyatın gerçeği” olduğunu söylüyor Gümüş. Bu bir yanıyla kabul edilebilir; ancak insan, edebiyatın gerçeği buysa/bunlarsa, eyvah, demekten de kendini alamıyor.

  Neden?

  Füruzan, Tomris Uyar, Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu ya da Cemil Kavukçu, Latife Tekin ya da Birhan Keskin, Aslı Erdoğan, Şebnem İşigüzel, Sema Kaygusuz, Ayfer Tunç için “iyi”lik gerekçeleri sanırım sıralanabilir hem de pek çok. Birkaçı için deneyelim: Nezihe Meriç, öykülerindeki kadın dünyaları, özellikle yazma meselesini de tartışmaya açtığı son dönem öyküleri ve her bir öyküde tam bir dil ustası/oyuncusu olması... Tomris Uyar çevirileri, günlükleri ve elbette öyküleriyle başlı başına bir dünyadır buraların edebiyatında.  Füruzan, sinematografik öğelerle metin kurmadaki ustalığı, hatta sırf Parasız Yatılı’daki öyküleri, Kırk Yedililer romanı’yla iyisidir edebiyatın. Adalet Ağaoğlu anlattıkları evet; ama edebiyatla politik duruşu birleştirmedeki inadıyla edebiyatın en muhalif, mücadeleci “iyi”lerinden değil midir? Peki, Latife Tekin, büyülü gerçekçilik diyarının göğünde okurlarını uçururken;  Cemil Kavukçu, kasabayı türlü türlü halleriyle öykü dilinde yeniden yeniden yaratırken; Birhan Keskin, son yıllardaki vurucu, yıkıcı, yepyeni, dipdiri imgeleriyle insanı, dünyayı şiire kazırken... Mesela kısa, kıpkısa öyküdeki başarısı için Ferit Edgü... Eleştiride Nurullah Ataç ve Fethi Naci yolunu bambaşka bir kanaldan akıtmaya başlatan, eleştirel okuma olanaklarının sınırlarını genişleterek kendi sağlam kanallarını kuran Nurdan Gürbilek, Yıldız Ecevit; tanıtım/değerlendirme/çözümleme yazıları açısından Ömer Türkeş; Ayfer Tunç-Murat Gülsoy-Yekta Kopan üçlüsünün Açık Radyo’da sonra da bağımsız sürdürdükleri “ubormetanga” buluşmaları/metin okuma çalışmaları; Murat Gülsoy’un metinlerin yapısını bozan, didikleyen kitapları... Devam etmeyelim. Bunlar, edebiyatın başına gelen “en iyi 40 şey”den biri olamamış. Kısmet!

  Başka?

  “Türk” edebiyatı deniyor, bu yüzden belki de Mehmet Uzun ismi akla düşmüyor, “şey”lere onca isim sığdırılırken. Çukurova’yı dillendiren Yaşar Kemal, edebiyat deltasında hem teknik hem atmosfer kişi, izlekler bakımından kendi yatağını kuran Hasan Ali ya da İhsan Oktay gibi başka bir tek’lik ve iyi’lik olarak adlandırılabilecek bir isim değil midir Uzun? Bu coğrafyanın başka, pek de dillendirilmeyen yaralarını anlatması, “iyi” bir şey değil mi yoksa edebiyat için? Yoksa benzerleri çok olduğundan seçemiyor muyuz?

  Cinselliği, erotizmi ne kutsallaştırarak ne saklayarak ne de heteroseksüel bakışa hapsederek anlatan; yalın ve çıplak dile taşıyan; erk odaklarını, genel kabul görenleri, ahlak bekçilerini/bekçiliğini, kurumsal, toplumsal kokuşmuşluğu kendine özgü bir dil ve yapı içerisinde dillendiren küçük İskender de bu yanlarıyla “iyi” bir şey yapmıyor demek ki ya da onun da benzerleri çok.

  Fanzinler, Hayalet Gemi; geçmişten bugüne dergilerden mesela Seçilmiş Hikâyeler, Yazko, Yaşasın Edebiyat; Hece Öykü’nün özel sayıları, kitap-lık’ın dosyaları ya da Notos; Dost Kitabevi’nin Babil Kitaplığı serisindeki çevirileri, unutulmaz kitap kapakları... Mesela Türkiye edebiyatında dergicilikte, kitap kapaklarında yaşanan değişim ve bunun temsilcisi yayınevleri...  Sel Yayıncılık’ın başka bir yerden ses veren kitapları. Peki çeviri? Listede, TEDA projesi var, evet. Seçerken öncelikli kriterimiz, Türkçeden başka dillere çevrilenler, dolayısıyla Türkiye’nin tanıtımı olmuş yine. Katkısı ve hizmeti tartışmasız MEB Tercüme Bürosu’nun klasikleri Türkçeye çevirmesi de listede; ama işte bunlar da bildiğimiz iyiler. Mesela, Ayrıntı Yayınları’nın “Yeraltı Edebiyatı” başlığı altındaki çeviri kitapları. İşte içinde bulunulan bu çağda, Türkiye edebiyatında yeni ve başka olanın tanınması/tanımlanması ve bunun yolunun açılması, edebiyatın döngüsünün kırılması açısından pek “iyi bir şey”; ama bu da öbürleri gibi kimsenin aklına gelmiyor.

  Akıl, gönül kütüphanelerimize bakma, toz alma vakti gelmiş sanki!

  Toparlayalım. Kadın, kadının varolma mücadelesi, Kürt meselesi, erkeklik halleri, siyasi, politik mücadeleler, yıkımlar, kıyımlar, taciz, beden, cinsellik... gibi izleklerin yeni anlatım olanaklarının denenerek edebiyata girmesi; teorik çalışmalar, eleştirel okumalar, çeviri alanındaki yeniler  - artık eskidiler bile; ama listeye girecek kadar eskimediler demek- ve iyiler... Aykırı, ayrı bir yerde duran dil, anlatım... Son on, yirmi yılın “iyi şeyler” yapan yayınevleri...  Bunlara teğet bile geçilmemiş. 

  Evet, artık soralım: Bu 40’lık liste fazlasıyla eksik, yenilenmemiş, yinelenmiş bir liste değil mi? Kendi içine fazlasıyla kapalı, yerel/ulusal bir edebiyat tablosu değil mi? Hatta fazlasıyla merkezde konumlanmış? Buradaki pek çok isim, eser her birimizin baştacı, başucu eseridir elbette; Alemdağ’da Var Bir Yılansız öykü yazılır mı; Tutunamayanlarsız roman anlaşılır mı; Nâzımsız, Canseversiz, Hasan Alisiz... listeler de eksik değil midir?

  Böylesi soruların, soruşturmaların devri geçmedi mi? Buna itirazı olmayanlar da bu sonuçların eksikliğinden/yoklarından/sınırlılığından sorumlu değil midir? Başka sorular, alt başlıklar, yeni tanımlamalar, adlandırmalar değil mi ihtiyaç duyduğumuz? Şunu yeniden soralım: Bu listelerle, bu listeleri çıkarmaya itirazı olmayan, oluşturulmasına katkı sağlayan; başka soruların, dertlerin kapısını çalalım demeyen, değişmeyen paradigmalarla başka bir edebiyat mümkün mü?

  Başka bir dil, başka bir şiir, öykü, roman; yayıncılık, dergi; soru, konu, tartışma zemini... Dünya başkalaşırken, başkanın peşine düşmüşken...

  Seçenlerin paradigmalarından hareketle Türkiye edebiyat dünyasının paradigmasına bakmalı. Buradaki seçicilerin sayıca azlığı, çokluğu tartışılır; ancak egemen paradigmayı yansıttıklarını söylemek çok da zor değil. Ama bu egemen paradigma, vurgulamaya çalıştığım gibi sadece “kadının adını yok saymak”la yetinmiyor; başkaca yok saydıkları da var yukarıda belirttiğim üzere. Hâl bu ise, edebiyat dergilerinin -ki Notos gibi öbürlerinden bazı yanlarıyla ayrılan, dergi deryasında kendini farklı bir yerde kurup konumlandırmaya çalışan bir derginin de- daha radikal, muhalif, kışkırtıcı, kaşıyıcı,  genelgeçeryapıya çomak sokacak bir soru/soruşturmanın peşinde olması gerekmez mi? Ve böylece tartışılmayanları, üzerinde söz söylenmeyenleri görünür, bilinir, tartışılır kılması. Bunu yapanlar yok değil dergi dünyasında, sayıca çok az olsalar da. Onların sesini çoğaltmak, yükseltmek gerek. Bilinenlerin, hatta artık ezber edilmişlerin; pek çok başka soru sorulduğunda da verilen isimlerden oluşan listelerin yarattığı döngüyü kırmak gerekiyor. Belki soruşturmalarla sınırlandırarak, seçmek durumunda bırakarak, en’lere, tek’lere indirgeyerek değil; “başka türlü bir okuma”nın peşine düşerek; dosyalar, platformlar, tartışma/konuşma zeminleri yaratarak; ama Türkiye edebiyat dünyasının kronik hastalığı olan bilirkişiler/önderler tayin etmekten de vazgeçerek.

  Başka bir edebiyat mümkün! Düşünelim. Hep birlikte.

1 yorum:

  1. Melike Koçak, Türk, Türklük, Türkçe, Türk milleti kavramlarının ters yüz edildiği bir döneme tekabül eden ve yaramızı kaşıyan bir yazı yazmış. Notos'un listesinde hiç kadın olmayışını ben de sorgulamış ve kendimce kınamıştım. Bu duruma dikkat çekmesi takdire şayan. Ancak bu "Türk"lükle Türk edebiyatıyla alakalı görüşleri, alttan alta hissettirdiği tutumu ve halihazır vaziyeti takdir etmediği yönündeki tavrı anlaşılıyor. Artık edebiyat için de mi secere hesabı yapacağız. Türk müsün değil misin diye mi soracağız? Nabokov Amerikan edebiyatının bir parçasıdır. ABD de ennihayetinde bir ulus devletidir. Bunları sorgulamak edebiyatın meselesi olmamalı. "Türkiye edebiyatı" tanımı bana kalırsa çok zorlama. Hiç İngiltere edebiyatı, İngiltere basını demiyoruz halbuki?
    Edebiyatçıların ana izleklerinin "Türk" edebiyatı nosyonuna dahil olmalarını etkilediği gibi bir anlam çıkarıyorum bu yazıdan. Bunları didiklediğimiz ölçüde kendimiz yaratıyoruz o dışlanmışlığı, sonra kendi yazarlarımızın Türklüğünü sorgulayacak, onları yargılayacak kadar alçalabiliyoruz. Biz kendimiz yaratıyoruz bu ayrıştırmayı, onlara yapıştırdığımız etiketlerle. Edebiyatçının, farklı olduğunu savunduğu kimliğine güvenerek yaptığı eleştiri de bana samimi gelmiyor. Kişi kendi kimliğini eleştirmekten korkup, olmadığını iddia ettiği yapıya saldırıken iyi ama kendi kimliğine saldırırken kötü mü yani? Ben sırf Türk olarak doğduğum için Türkleri eleştiremeyecek miyim? İlla Kürt filan mı olmam lazım?

    Evet yeniliğe ihtiyaç var ancak bunu hoşgörüyü reddederek, edebiyatı bir kimlikler çatışmasına bulaştırarak değil; heterojenliğimizi koruyarak kucaklayıcı bir atmosferde inşa edebiliriz. Eleştiriyi yargılamayan bir edebiyatın doğması sizin yaptığınız gibi insanları etiketleyerek onlara farklı kimlikler kazandırdığını sanmakla, sonra bu kimlikleri dışlamakla pek olmaz bana kalırsa.
    Teşekkürler.

    YanıtlaSil