"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

3 Ekim 2011 Pazartesi

Pınar Selek ile Söyleşi



“Hayatın gerçeklerinden özgürleştim” 


Sema Aslan
Sıcak Nal, Temmuz-Ağustos 2011, sayı 9, Takip.


Mısır Çarşısı'nda meydana gelen patlamayla ilgili aldığı beraat kararı Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından bozulan ve bu karar Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından onaylanan Pınar Selek'in yaşamaya mahkûm edildiği kâbus bitmiyor. Kâbus akan suya anlatılınca başa gelmez derler; Pınar Selek’in 13 yılını anlatacağı bir su, güçlü bir akıntı bulması lazım geliyor bu durumda. Buluyor da… Su gibi akıp giden bir roman yazıyor: “Yolgeçen Hanı” (İletişim Yayınları, 2011).


Selek, bu ilk romanında, yolları Yedikule’de kesişen insanların 12 Eylül darbesiyle sarsılan hayatlarını anlatıyor. Onları birbirleriyle buluştururken, okuru da ‘yitirilmiş olan’la buluşturuyor. 


Sema Aslan: "Yolgeçen Hanı", bir ilk roman. Daha evvel yayımlanmış araştırma ve masal kitapların olduğunu biliyoruz fakat bu kitabın farkı, senin için nedir? Roman yazmak, seni nasıl bir dünyaya savurmuş olabilir?

Pınar Selek: Pırıltılı, acılı, kırıklıklar içinden çiçekler fışkıran bir dünyaya götürdü beni. Savurmadı ama. Büyülü bir halıyla uçurdu, taşıdı, indirdi... Burası zaten içimde vardı. Hayallerimde, rüyalarımda... Çünkü ben edebiyattan hiç uzak değildim aslında. İlk romanımı çok küçük yaşlarda yazmıştım, sonra hikâye ödülü de aldım. Ama hayata, topluma, özgürlüğe ve mutluluğa dair, kafamda sürekli büyüyen sorular, beni sosyolojiye yöneltmişti. Her soru, başka bir araştırmayı, her cevap başka bir soruyu doğurdu... Bilirsin, bilimsel dil insanı esir alır. Onun içine bir süre gömülmek zorundasın. Ağaçlarım büyüyene kadar ben de biraz gömüldüm... Sonra içimdeki aşkı çıkardım. Artık edebiyatla konuşmak istiyorum.

Sema Aslan: Sosyolog ve aktivist olarak ilişkilendiğin meseleler çeşitli. Bu çeşitliliğin romana da yansıdığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Farklı kesimlerden insanları bir araya getirirken bir umudu da dillendirmiş olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da bu 12 Eylül fonu ışığında düşündüğümüzde her kesimin şiddetten payına düşeni aldığının bir işareti olarak mı okunmalı? 

Pınar Selek: Tabii ki insanın birikimleri, deneyimleri yapıp ettiği her şeye, sözüne, eserine yansır bir şekilde. Benim de yaşadığım, yaptığım bunca şey sayesinde, dünyam çok genişledi. Karanlık köşelerden, pırıltılı mekânlara, çöllerden denizlere çok yer aldım içime. “Yolgeçen Hanı”yla, bu dünyayı paylaşmak istedim... Ve evet, umudumu da.  Yaşadığım acıların içinde beni hep ayakta tutan insan sıcaklığının, küçük ama görkemli mucizelerin gerçek olduğunu öğrendim çünkü.

Sadece 12 Eylül değil, ülkemizde uzun süredir paylaştığımız hayat, kötülüklerin, şiddetin, çaresizliklerin ve mağduriyetlerin kesiştiği bir iklimde şekillendi. Ama tüm bunlara rağmen, yaşama dair umutlarımız, arayışlarımız, kazıdığımız çiçekli yollar devam etti. “Yolgeçen Hanı”, bu bütünlüğün içinden çıktı. Şiddetin, acıların ve büyütülen çiçeklerin.

Sema Aslan: Ben "Yolgeçen Hanı"nı ev izleği üzerinden okudum. Ki kitabın adı da eve, evsizliğe örtük bir gönderme yapıyor bence. Tüm karakterlerinin evle ilgili bir meselesi var; kimi evini terk etmiş, kimi sürülmüş, kimi hiç bulamamış. Kadınların ve erkeklerin ilişkilenme biçimleri farklı olmuş... Yazım sürecinde bu izlek ne kadar belirleyici oldu? Senin evinden uzak oluşun bağlamında özellikle ilgileniyorum bu konuyla...

Pınar Selek: Güzel yakalamışsın. Ev, bir dert “Yolgeçen Hanı”nda. Evden uzakta olmak da, evde olmak da bir dert. Bu derdi böylesine yazmamda tabii ki benim bugün yaşadığım ev özleminin etkisi var ama bu derdi çok genç yaşlarda taşıdım hep içimde. Çok şanslı bir çocukluk yaşadığım, ailemle yani evimi paylaştığım insanlarla büyük bir aşk yaşadığım halde hem de... Ama özgürlük arayışı galebe çalınca her şeyi sorguluyorsun. Ve insanın özgürlük arayışı, aynı zamanda evle hesaplaşması biçiminde gerçekleşiyor. Evle hesaplaşmak, aynı zamanda evlilikle, klasik aileyle, gündelik yaşamın zorunluluklarıyla hesaplaşmak demek oluyor. Yani ev, insana sunduğu rahatlık dışında, büyük sınırlar çiziyor, ‘evcilleştiriyor’. Kapılar içeriye ve dışarıya başka türlü açılıyor. Bu nedenle, pek çok yeni çıkış, yersiz yurtsuzluk ortamında filizleniyor.

Sema Aslan: Yanılmıyorsam, erkekler, ev bağlamında düşünmeye devam ettiğimizde, daha sabitler. Evlerini terk etmiş bile olsalar, dönüp evlerinde alıyorlar soluğu. Ve mümkünse eski bir fotoğraf karesine dönmeyi tercih ediyorlar; ağaçlarına dönüyorlar, eski eczanelerine dönüyorlar, kendilerininkini anımsatan mahallelere dönüyorlar, en olmadı evsizliklerine, kendi içlerine, hanlarına dönüyorlar... Oysa kadınlar geçişlere daha açık gibi görünüyor... Sema, Elif, Gülcan ve Hande daha derinden bir arzuyla, daha korkusuzca evi arıyor gibiler...

Pınar Selek: Yaşadıkları çelişki daha ağır çünkü. Özel hayatın mekânı olan ‘ev’ kadınların katmerli iktidar mekanizmalarıyla ezildiği bir alan. Dolayısıyla bu mekânın erkekler ve kadınlar için farklı anlamları var. Erkeklerin soluklandıkları ve rahatladıkları ev,  kadınların ise kısıtlandıkları, hatta hareketsizleştikleri bir hapishane oluyor çoğu zaman. Sadece dört duvar arası değil, mahalle, köy, hatta ülke de aynı anlamı taşıyor genellikle. Bu nedenle kadınların içine, özgürlük, mutluluk, kendini gerçekleştirme aşkı düştüğünde önce evden uzaklaşmak istiyorlar. Ama aynı zamanda, orasıyla bütünleştikleri için, burasıyla hesaplaşmak, yeni varlıklarını buraya salmak da istiyorlar. Yani kadınların evle ilgili derdi daha büyük. Hem gitmek hem dönmek derdi bu.

Sema Aslan: Bir yanıyla bir mahallenin romanı "Yolgeçen Hanı". Yedikule'yi anlatıyorsun okurlarına. Ciddi bir sosyolojik altlık var aslında; mahallenin sosyolojisine dâhil ediyorsun okurunu. Farklı dillerden, farklı davranış kodlarından ve farklı yaşam alışkanlıklarından örnekler bolca var... Mahalleli olmak, oralı olmak... Deneyimlediklerin üzerinden mi hareket ettin yoksa araştırmacı, sosyolog yanından destek mi aldın?

Pınar Selek: Hepsi birbiriyle kaynaştı. Benim sosyoloji deneyimim hiçbir zaman hayatımdan kopuk olmadı. Sosyolojiyi hayatıma yön vermek için seçtim çünkü. Pek çok hayat içine girip çıktım, kendi deneyimlerimi başkalarınınkilerle buluşturdum ve hayatımı bu kesişmeler üzerine kurmaya, kendim kurmaya çalıştım. Bildiğin, öğrendiğin şeyi yaşamak başka bir macera... Ama konuştuğun her şeyi içinde yaşamak başka bir güç veriyor insana. Velhasıl...  “Yolgeçen Hanı”ndaki Yedikule, oradaki insanların hepsi benim hayatımda olan insanlar, dokunduğum, saçlarını taradığım, yaralarına dokunduğum dostlar...

Sema Aslan: Tüm şiddetine rağmen hiçbir karakterinin mağduriyet üzerinden tanımlanmadığını ve her birinin kendini yeniden şarj etmenin yolunu bulduğunu görüyoruz; bu, özellikle dikkat ettiğin bir husus muydu?

Pınar Selek: Bilmem, öyle çıktı, yani özel bir mühendislik çalışması yapmadım. Ama birden hayatıma giren ve kısa sürede gerçekliğine inandığım bu insanlar böyleydiler. Ben de, uzun süredir mağduriyetimle başa çıkmaya, onun içine gömülmemeye çalışıyorum. Ya onlar benden etkilendi ya da ben onlardan. Belki de karşılıklı oldu, birbirimize güç verdik, gerçekten emin değilim.

Sema Aslan: Amargi dergisinde yapılan okumada katılımcılardan birinin dikkatimizi çektiği üzere, usta-çırak ilişkisini örneklediğin sahneler var: Artin Usta ile Salih'in ilişkisi ve Sema ile Cemal'in ilişkisi. Kaybolmaya yüz tutmuş bir ilişkiye hayat vermişsin…

Pınar Selek: Bu usta-çırak ilişkisinin kaybolması, kaybettiğimiz pek çok şeyle bağlantılı aslında. “Yolgeçen Hanı”ndaki aşklar, dostluklar, komşuluklar gibi. İnsanların birbirine, hayata, yaşadıkları mekâna yabancılaştıkları, tüm ilişkilerin ‘hap’a dönüştüğü, iletişimin sanallaştığı ve ‘pratikleştiği’ bu dönemde, birbirine emek harcamanın, emeğe saygı duymanın,  birbirine değer vermenin, dolayısıyla zaman ayırmanın simgesi gibi değil mi usta-çırak ilişkisi? Geçici, pragmatik ilişkiler yerine, zamanla ve emekle güçlenmiş, sahici ilişkilere özlem duymuyor muyuz sence? Sevgi başka türlü yaşanamaz. Ben, yaşadığımız uygarlıkta sevgi katliamının çok yönlü olarak örgütlendiğini düşünüyorum. “Sevgi emektir,” sözü çok klasik geliyor artık pek çok kulağa. Emek de demode oldu çünkü. Teknolojinin ve üretim biçiminin etkisiyle, en kolay, en pratik, en faydalı, en zahmetsiz olan seçiliyor. Bu süreç, emeksiz yürüdüğü için, bir tüketim ilişkisi biçiminde yaşanıyor. Tüketince yenisi aranıyor yeniden tüketmek için. Emek harcayacak zaman yok çünkü tüketmekten zaman kalmıyor. Ben, böyle yaşamak istemiyorum.

Sema Aslan: Yazı, kendini sağaltmanın bir yolu. "Yolgeçen Hanı", sana neler kattı?

Pınar Selek: İki sene önce, çok acı çektiğim bir dönemde düştü rahmime “Yol Geçen Hanı”. Fena düştü hem de. Önce zihnimi ve ruhumu, sonra tüm bedenimi ele geçirdi. Tenime, damarlarıma yapıştı. Daha önce başka söyleşilerde de anlatmıştım: Kıskanç bir sevgili oldu hayatımda. Yaptığım her işe karışan, sadece kendisiyle ilgilenmemi isteyen bir sevgili... Üstelik birlikteyken de sürekli sevişmek isteyen... Yani sürekli bir tutku, sürekli bir heyecan. Çok yorucuydu tabii. Ama sağalttı beni bu aşk. Çünkü bu tutku sayesinde, sık sık başka bir dünyaya kaçıyor, tazelenip geri dönüyordum. 13 senedir yaşadığım kâbusla son iki sene ülkemin dışında boğuşmak zorunda kaldım. “Yolgeçen Hanı” bir mucize gibi, bir sihir gibi, beni sık sık bu boğuşmanın acısından sıyırdı. Hayatın gerçeklerinden özgürleştirdi. Bu nedenle de, yayımlanan kitabı elimde bir başka tutuyorum. Aşkım, dostum, yoldaşım, kurtarıcım gibi... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder