"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

7 Haziran 2011 Salı

Genç Kız, Kapıda

Cem Akaş
Sıcak Nal, Mart-Nisan 2010, sayı 1.

   Karanlık bir odada, belki de bir mahzende uyandı Anna. Nerede olduğunu, buraya nasıl geldiğini bilmiyordu. Biz de kim olduğunu bilmiyorduk, hiçbir zaman da öğrenemedik. Mesele de bu değildi zaten. Mesele şuydu: Geldiği yere dönebilecek miydi?

   Sessiz ama trajik bir güzelliği olduğunu, bu karanlık yerden nihayet çıktığında fark ettik. Genç kız odadan (ya da mahzenden) çıktığında kendini, Doğu saraylarına benzer bir yerde buldu – yüksek tavanlı, kırmızı halılı dev bir balo salonu, oymalı işlemeli mobilyalar, altın avizeler, her yerde bir saltanat şatafatı. Salonu dolduran insanlar da çoğunlukla yaşlı, en azından orta yaşını geçmiş, aristokrat görünümlü kişilerdi.

   Yavaş adımlarla ana kapı olduğunu sandığımız yere doğru yürüdü, ama üniformalı bir muhafız tarafından durduruldu. Genç kız itiraz etmedi, kapıdan çıkma konusunda diretmedi. Geri dönüp kalabalığa karıştı. İnsanlar da ona kendilerinden biri gibi davrandı.

   Genç kızı epeyce bir süredir bekliyorlardı aslında.


   Neden sonra çıplak yaşlı adamı fark etti. Çok şişmandı adam. Salonun kenarında köşesinde bir yerde, bir sandalyede oturuyor olmasına karşın, salondaki ilgi odağı oydu. Herkes çıplak adama büyük bir saygı gösteriyordu.

   Adam genç kıza yaklaşmasını işaret etti. Genç kız yaklaştı. Adam sağ elini uzattı. Tipik bir Doğulu hareketiydi bu, genç kız da uzatılan eli öpmesi gerektiğini düşündü. Bunu sorun yapacak hali yoktu, ama hayır – çıplak yaşlı adam, parmaklarını yalamasını istedi.

   Buradaki insanların bir tür külte üye olduğunu bu noktada anladık. Bu kültün ne menem bir şey olduğunu hiçbir zaman çözemedik, ama çeşitli adetlerine tanık olduk. Yaşlı adam bu kültün lideriydi, ama günleri sayılıydı ve kendine bir varis arıyordu. Bitmişti işte arayış – varis gelmişti. Genç kızın kendisi dışında oradaki herkes biliyordu bunu.

   Varisi bekleyen bir “eşik” töreni vardı: Genç kızın yaşlı adamı, hiçbir girintiyi atlamaksızın yalayarak temizlemesi gerekiyordu.

  Yaşlı adam anlaşılan hep böyle yıkanıyordu – onu her Perşembe akşamı yalayarak tertemiz, pirüpak yapan, yedi yaşındaki kız çocuklarından oluşan bir ekip vardı. Sekiz yaşına bastıkları gün, yedi yaşında yeni kızlar onların yerini alıyordu.

   Anna bu töreni görünürde hiçbir tepki vermeksizin, belli ki midesi kalkmaksızın tamamladı. Zor koşullara dayanıklı biri olduğunu düşündük – yaşlı adamın dişlerini emişini, kulaklarına dilini sokuşunu, koltukaltlarının kokusunu öpücüklerle yok edişini, çirkin ayak parmaklarına kadar inişini izledik.

   Yaşlı adam muameleden memnun kalmıştı. Orada hazır bulunanlar da öyle. Genç kıza, yakında görevi devralacak olan küçük kızların dilsel-dudaksal arındırım sanatı konusunda eğitilmesi gibi ağır bir sorumluluk verildi.

   Bu konuda bir başvuru kaynağı vardı neyse ki. Yalama, emme, öpme, ısırma, ağızla koparma konularındaki bütün ayrıntıları ele alıyordu; işe başlamadan önce iştah açma yöntemlerini anlatıyordu; ne tür yardımcı malzemeler kullanılacağına yer veriyordu.

   Genç kız, küçük kızları eğitmeye başladı ve bir kez olsun kaçmaya kalkışmadı. İçlerinden birini, Coeurdia’yı özellikle sevdi. Sınıfa verdiği ödevlerden onu hep muaf tuttu, öğrettiği sanatı öğrenmemesi için elinden geleni yaptı. Bire bir zaman geçirdiği tek insan oydu.

   Sarayda varlığını sürdüren üç ayrı grubun önderi, gelecekte kayırılmaları için Anna’ya yaklaşmaya, rüşvetler vermeye başladı. Ayırt edilmeleri kolaydı: Gruplardan birinin üyeleri sol kaşlarını tıraş ediyordu; biri siyah-beyaz bandanalar takıyordu; diğeriyse siyah burun maskeleriyle dolaşıyordu.

   Genç kız, kaşlarını tıraş eden gruptan, mavi gözlü, etkileyici bir adamla ilgilendi. Mavi Göz’ün yakın bir arkadaşı vardı; bunun başlarda Anna’yı kapıdan döndüren muhafız olduğunu anımsadık.

   Genç kız, Mavi Göz’le uzun yürüyüşler yapıyordu sarayın geniş bahçesinde; zaman zaman Coeurdia da onlara katılıyordu. Mavi Göz, küçük kıza büyük bir sevgiyle yaklaşıyordu. Beline takılı anahtarlarla çeşitli odaların kilitlerini açıp gösteriyordu ikisine. Hepsinde de şaşırtıcı şeyler saklıydı.

   Üç grubun da sarayda belirlenmiş görevleri vardı. Bazıları temizlikten sorumluydu, bazıları yiyecek-içecek tedarikiyle uğraşıyordu, bir kısmı parti ve törenleri düzenliyordu, ama aralarında hep bir miktar rekabet de oluyor, bir grubun üyeleri, başka bir grubun belirli bir işine göz dikebiliyordu. Bu rekabetin her zaman sportmence olmadığını belirtmeye gerek yok herhalde.

   Kapalı kapılar arkasında çeşitli komplolar kuruluyor, çeşitli komplolar engelleniyordu. Üç grup da yaşlı adamı öldürmek konusunda sabırsızlanıyordu, çünkü genç kızın gözüne girdiklerinden, onu kendi yanlarına çektiklerinden üçü de emindi. Yaşlı adamın ölümünden sonraki yeni dönem, kendilerinin dönemi olacaktı. Ama anlaşılan yaşlı adamı kimin öldüreceği önemliydi; her grup bunu kendi yapmak istiyor, bu arada diğer iki grubun girişimlerini engellemeye uğraşıyordu. Sonuçta gün bittiğinde yaşlı adam yine hayatta oluyor, ama grupların üyeleri bir şekilde eksiliyordu.

   Yaşlı adam sonunda eceliyle öldü. Cesedi balo salonuna yerleştirildi ve öylece bırakıldı, günlerce.

   Genç kız, bir veda ve bir göreve başlama töreniyle yaşlı adamın yerini alacaktı – yaşlı adamın yüzünü son bir kez yalaması gerekiyordu. Adamın yüzü tanınmaz haldeydi, düpedüz çürümüştü. Göz çukurlarına sinekler, burun deliklerine böcekler üşüşmüştü. Genç kızdaysa bulantının izi yoktu.

   Anna yönetimdeydi artık. Şefkatli, adil bir yönetici olacağa benziyordu.

   Ta ki Perşembe’ye kadar. Geleneği sürdürmek, bir grup küçük kız tarafından yalanmak düşüncesi açıkça dehşete düşürüyordu onu. Onu hiç böyle – böyle dengesi bozulmuş görmemiştik.

   Burası, Anna’nın artık yeter dediği noktaydı, daha fazla dayanamayacaktı, kaçmak zorundaydı. Kafasına takılan tek şey, Coeurdia’nın ne olacağıydı. Onu da yanında götürmek istiyordu, ama Mavi Göz bunun imkansız olduğunu söylüyordu. Anna yılmadı ve sonunda istediği oldu. Mavi Göz onları Kırkıncı Oda’ya götürdü – buraya hiç kimse, yaşlı adam bile girememişti. Coeurdia Anna’ya minnetle baktı; Anna’ysa, Coeurdia sayesinde kendisinin de bu adımı atmaya cesaret ettiğini, o olmasa saraydan çıkmasının mümkün olamayacağını söyledi. Kapı açıldığında, karanlık ve tehlikeli bir ormana adım attılar.

   Koştular. Sürekli koştular. Takip edilip edilmediklerinden emin değillerdi, ama bu riski göze alamazlardı.

   Sonunda, bir adım daha atacak halleri kalmadığında, bir ceviz ağacının altında uyuyakaldılar. Genç kızla Mavi Göz, birbirlerinin kollarında uyandılar; yarı uykuda seviştiler. Coeurdia da uyuma taklidi yaparak izledi onları, ama Mavi Göz bunu fark etti, bir anda ayaklanarak ve hiddetle bağırarak Coeurdia’nın gitmesini emretti. Neye uğradığını şaşıran küçük kız gözyaşları içinde ağacın altından uzaklaştı, gözden kayboldu.

   Mavi Göz’le Anna yeniden yürümeye başladığında Coeurdia hala dönmemişti. Ormanda ilerlerken haydutların saldırısına uğradılar, ama Mavi Göz onlarla dost olmayı başardı. Muhabbet koyulaştı, içtikçe içtiler. Hepsi sızdı. Haydutlar Anna’ya tecavüz etti, Mavi Göz’ü de onun önünde öldürdüler. İki ayrı yönden silah sesleri duyulunca haydutlar şaşırdı; bandanalılar ve burun maskeliler, birbirlerinden bağımsız olarak Anna’yı kaçırmaya gelmişti. Ortalık karıştı; genç kız o anda Coeurdia’yı gördü: Çatışmanın öbür tarafındaydı, ama korkuyor gibi görünmüyordu, Anna’ya ulaşmaya çalışıyor gibi de değildi. Göz göze geldiler;  Anna avazı çıktığı kadar ona seslenip gelmesini söyledi, ama Coeurdia’nın çatışmayı yarıp ona ulaşması imkansızdı. Anna daha fazla duramayacaktı orada; topuklarını öğütürcesine koşmaya başladı. Onun arkasından bakan Coeurdia’nın elinde, uzun bir bıçak gördük.

   Anna bir kez daha, uğultularla dolu bir ormanın içinde nefes nefese, nereye gittiğini bilmeden kaçıyordu. Kaçan Anna imgesi, beynimize kazınacaktı, ama bu sırada bunu henüz bilmiyorduk. Karanlık çöktüğünde bir açıklığa geldi, bitkin bir haldeydi; yere düştü, yamaçtan aşağı yuvarlandı. Başını kaldırdığında gördüğü şeye biz de bakmak istedik. Gözleri büyümüştü çünkü.

   Onu yeniden gördüğümüzde elbette karanlık bir yerdeydi, ama ormanda değil; belki de bir mahzendeydi. Bir süre tökezleye tökezleye yürüdü, sonunda bir kapı buldu, açtı. Burası çok etkileyici bir şatoydu, çok şık giyimli insanlar, hiç anlamadığı dillerde konuşuyordu. Bu insanlardan bazılarını tanır gibi olduk. Yeşil elbiseli kız örneğin Coeurdia’yı andırıyordu, ama bakışları çok daha donuktu.

   Genç kız devasa kapıya yöneldi, ama çıkışı tutan biri vardı – aynı muhafızı gördüğümüze şaşırmadık nedense. Genç kıza hafifçe gülümsedi, ama onu tanımamış gibiydi. Altmışlarında, oturaklı bir adam genç kıza ”Bayan Tahlia!” diye seslendi,  işaret edip yanına gelmesini istedi. Belli ki yine bir tören gerçekleştirilecekti, ama beklemedik. Genç kız ona doğru yürürken biz de yavaş yavaş yükselerek uzaklaştık. Oturaklı adamla genç kızın etrafında oluşan parıltılı halkayı ve halının güzelim mavi tonunu fark etmemiz de bu sayede oldu. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder