"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

30 Temmuz 2011 Cumartesi

9. Sayının Açılış Yazısı, dizgi hatalarından arınmış versiyonuyla Sıcak Nal blogunda:


Gerçek Ezber: Ezbere Gerçeklik

Ali Karabayram
Sıcak Nal, Temmuz-Ağustos 2011, sayı 9.
Anselm Kiefer, La Berceuse (for Van Gogh), 2010
Gerçeklik efektinin kurulduğu zemin, bilhassa yirminci yüzyılın ikinci yarısında, özellikle de sosyo-politik etkilerin görsel sanat alanındaki opak dokusunu algıda donduran, ama bunu yaparken de yüzeyi tüm koşullayıcı idrak kalıplarının geçirimsizliğinden sakınarak yapıtı yoruma açan bir alana dönüştü. Bu alan, gerek görsel soyutlamanın en uç biçimlerinde gerekse pop-art gibi uygulamaların “zahiri” çıplaklığında, yorumun anlam içeriğinden ölçek mefhumuna kadar türlü süreçlerde katmanlandığı bir serbest dolaşım bölgesi gibi, tüm aykırı, angaje, heveskâr ya da öncü taleplerce kat edildi. Ve tabii kullanılan materyal. Warhol’un bilet koçanlarından poligraf traselerine, Basquiat’nın akrilik emülsiyonlarından Schwitters esinli delik kovalarına, Cucchi’nin transavangard duvar kaplamalarından Twombly’nin kaligrafik dekupajlarına kadar onlarca malzemenin işlendiği özdeksel bir alana da dönüştü. Malzemenin dokusunu dönüştüren yorumsama çabası ve işleme tekniklerinin gerçeklik düzlemini kimi zaman politik kimi zaman sanatsal bir marj lehine aşındırması, politik tarafgirliği siyasi alana veya sanatsal dahli artistik bir “yeşil hatta” hapseden reel sınırları da tahrip etti. Gerçeklik algısının programatik işleyişi bozuldukça, görsel sanat alanında da rüstik doğalcılıktan post-endüstriyel malzeme bilgisine dek birçok kavramsal bağdaşıklık çözüldü, dağıldı. Gerçekliği yerleşmiş kodlar skalasındaki bir çarpıtma olarak tartışmayı amaç edinen bu yazı, özünde, kabaca yukarıda sözü edilen tarih aralığında ürün vermeye başlamış Germen kökenli bir ‘triumvir’, Anselm Kiefer, Gerhard Richter ve Georg Baselitz ekseninde yol alan bir mütalaa gibi okunursa, hiç değilse tarifsiz kusurlarının sebebi anlaşılacaktır.

19 Temmuz 2011 Salı

9. Sayının Sunu Yazısı:

EZBERE GERÇEĞİNİ UNUTAN ÇOCUK

Yeni edebiyatı, deneysel edebiyatı, farklı arayışları peş peşe sorguladığımız sayılarımıza, bu kez de nesirde merkezi masaya yatırarak devam ettik. Öncelikle Türkiye öykücülüğünde nasıl bir “ezbere gerçekçilik”, tek öykü yazma biçimi gibi dayatıldıyı araştırdık.

1980'lerin sonları, 1990'lı yılların başlarında Türkiye kültürel ikliminde genel bir canlanma, kabuğunu kırma eğilimi görülmüştü. Düşünce alanında, sosyalbilimlerde, görsel sanatlarda, sinemada, diğer disiplinlerde ve tabii edebiyatta bir çeviri artışı, dünyayla bağlantıda gelişme kendini göstermişti. Özellikle postyapısalcı teoriyle artan tanışıklık ve dünya sanat tarihine dair farkındalıktaki gelişme; sanatta deneysel, sınıraşan, disiplinlerarası, form anlayışını tümden yeniden ele almaya kalkışan girişimlerde bir canlanmayla sonuçlanmıştı. Hem öyküde, hem de (o yıllarda henüz piyasa tarafından esir alınmadığı için bir edebiyat türü olduğu genel kabul gören) romanda ayrıksı stiller, deneysel bir neşe görüldü kısa bir süre. Heyhat, çok geçmeden vasatistan, devrimi ele geçirdi... 1990'ların ortalarından itibaren özellikle öykü bir memuriyet alanı olarak çevrelendi. Çitlerin içinde kalmak koşuluyla belirlenmiş dallarda belirlenmiş kriterlere uygun olarak maharetlerini gösteren öykücüler, öyküler üretildi. Bu duruma da 'öykü patlaması' dendi; ironiyle okumaya müsait bir şekilde -öykünün berhava olması anlamında galiba. İşte Selçuk Orhan'ın, Melike Koçak'ın yazıları böylesi bir toplu donakalmaya karşı ne yapılabiliri araştırırken merkezin işleyişini, normun çatılışını araştırdılar. Ali Karabayram ezbere gerçekçiliği özellikle görsel sanatlardan yakaladı. Sık sık sayfalarımızda yer verdiğimiz “ZZZ Kuşağı” temsilcisi Tao Lin, romanın geleceğini tartışmasıyla dosyaya eklendi. William Gaddis'i ise giriş mahiyetinde tanıtmaya ihtiyaç duyduk, daha sonra detaylı tartışmak üzere.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Kutsal’ın Londra’daki Çiftliği


Melida Tüzünoğlu
Sıcak Nal, Mart-Nisan 2010, sayı 1. 


Genel Cerrahi

Dolma sarmaktan şişen parmaklarının arasındaki dolma kalemden birkaç damla mürekkep akıyordu. Akan mürekkep üzerinde kayak takımlarıyla kayan Ümit ustanın karnında bir doğum lekesi, annesininse hiçbir zaman yıkamaktan bıkmadığı yemek takımlarının üzerinde limon lekeleri vardı: analog bir devre, bir damla mürekkep ve asma yaprakları. Bir öykü kendini anlatmaya başlıyor, sütlü İngiliz çayları içiliyordu.

Bir gün Ümit’in annesi, sevincinden bir tepsi dolma sarmıştı.
Sardığı bir tepsi dolmayı lokantada şef olan oğlu Ümit’e yedirmişti.
Yedirdiği dolmalardan artakalan yapraklardan bir defter yapmıştı. Çalışkandı

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Yusuflamalar


Makbule Aras
Sıcak Nal, Kasım-Aralık 2010, sayı 5.


I.                    duk

 Yürüyorduk. Bizdik. Oydu. Biz biliyorduk. O bilmiyordu. Biz, onbirdik, o tekti. Biz, sessiz bir sonun başına, avımızı sürükleyen on bir kanatlı kuştuk. Yürüdükçe kara kanatlarımız gölgesine çekiyordu onu. Başını kaldırıp gökyüzüne bakıyordu o, bir bulut arıyordu, belki  şah damarı tık tık atıyordu. Hiç konuşmuyorduk, başlarımız gölgelerimizin içinde öylece yürüyorduk. Onun sonunu, ona yazdığımız sonu ezber ediyorduk içimizden. Sonu yazmak bizim hakkımızdı, o sonradan gelendi, sonradan gelip başa geçendi. Yürüyorduk, yürüdükçe gölgelerimiz de büyüyordu, sonun sevinci ellerimizi titretiyordu, dişlerimizi kenetliyordu. Kuyuya az kalmıştı. Sonunun geldiğini seziyor muydu, tek soru sormuyordu. Gölgelerimizi birbirine yaklaştırıyorduk, onu karanlığımıza çekiyorduk. Kuyunun başındaydık sonunda, arkasını dönmedi, tek bir söz çıkmadı ağzından. Bir hamlede bitti işi. Yalnız uzun bir ahhhhhh!!!!!!!!!!!kuyudan taşıp kulaklarımızı yaktı.

 Bir gömlek, bir ceylan, üç beş damla kandı gerisi. Babamızdı. Yakup’tu. Gözyaşlarıydı. On bir kanatlı kuştuk. Bizdik. Onun yokluğuydu.