"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

26 Haziran 2011 Pazar

Aslı Tohumcu ile Söyleşi



Artık tiksinmeden yazamam
Sema Aslan
Sıcak Nal, Mayıs-Haziran 2010, sayı 2. 

Aslı Tohumcu’nun sınırda gezinen kadınların hikâyelerini anlattığı kitabı Şeytan Geçti, İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. İlk kitabı Abis’le zaten tüylerimizi diken diken eden Tohumcu, Şeytan Geçti’de dehşet duygusundan ziyade, ‘karmaşa’yı odağına alıyor gibi. Hikâyeler can acıtıcı ve hatta yer yer tiksinç- elbette öykü kişilerinin içine kısıldıkları kapan, tiksinç. Fakat buna rağmen, herkesin hikâyesini kendince yaşadığı ve bu noktadan bakıldığında her hikâyenin bir savunması olabileceği bilgisine –ve belki de ‘trajedisi’ne– yaslanan hikâyeler, katil ve kurban ayrımını yapmayı güçleştiriyor; katil ve kurban bazen yer değiştiriyor ya da aynı anda aynı kişinin özünde birleşiyor. Ölmek, öldürmek ve ölüme direnmek, yazarın temel meselesi. En ‘masalsı’ ve kişisel diyebileceğimiz kitabı Yok Bana Sensiz Hayat da sonuçta ölüme isyan ve direnişi anlatıyor, acıtıcı gerçekle bir tür düelloya tutuşuyordu. Abis, adından menkul, güneş görmeyen, umuda uzak bir kitap. Şeytan Geçti, Aslı Tohumcu’nun karanlık sulara demir attığını tescilliyor ama o sularda şiddetli dalgalar yaratacağını da sezdiriyor.

Sema Aslan: “Şeytan Geçti”, kadın hikâyelerinden oluşan bir kitap. Hikâyeler oldukça sarsıcı. Biraz yazım sürecinden ve bu hikâyelere nasıl vardığından söz eder misin?
Aslı Tohumcu: 2007’de bir vakfın davetlisi olarak bir yılımı Hollanda’da geçirdim ve orada yaşayan Türklerin hayat hikâyelerini yazdım. Bu sırada tanıştığım ve hikâyelerinden çok etkilendiğim kadınlar oldu; kimileriyle söyleşiler de yaptım. Konyalı, Sivaslı, Ankaralı… Her birinin çok korkunç, çok acıklı, dinlediğinde seni kaçınılmaz olarak etkileyecek hikâyeleri vardı. Garip bir katatoniye soktu bu hikâyeler beni; onlardan tiksinmekle onları bir biçimde değerlendirmek arasında bir yerde kaldım. Sonra oturup düşündüm; kendi kadınlığımı düşündüm. Hayatı boyunca bir şekilde değer görmüş ve el üstünde tutulmuş bir kadın olarak kendimin ne kadar şanslı; diğer birçok kadınınsa ne kadar şanssız olduğunu ve aslında o acıların ne kadar görünmez ‘kılındığını’ fark ettim. Medyanın ve hatta kanunların meşrulaştırdığı ve hiç sorgulanmayan bir şiddetin mağduru birçok kadın var. Araştırmalar rakam veriyor; evlenmek istemediği için, başkasını sevdiği için, camdan baktığı için, keçileri otlatmadığı için, okumak istediği için vesaire, her gün en az 3 kadının öldürüldüğü bilgisini edindiğimde mesela, bu bilgiyle ne yapacağımı bilemedim. İşte “Şeytan Geçti” bu duyguyla çıktı. Şiddet mağduru kadınların tekrar ‘gündem’ olabilmesi dileğiyle yazıldı. Bu arada, Hollanda’da yaptığım söyleşiler ya da evdeki yardımcı kadının hikâyesi de bana ilham verdi, gazete haberleri de, hayal gücüm de… Gazeteler bu açıdan oldukça ‘bereketli’ aslında. Düşünsene, “Çılgın Âşık” diye bir başlık atılabiliyor bir gazetede. Ben aşkın hiçbir şekilde ölümle, öldürmeyle ilişkilendirilebilecek bir duygu olduğuna inanmıyorum, aklı başında kimsenin de buna inanacağını sanmıyorum. Ama gazeteler bu tarz meşrulaştırıcı başlıklar atıyor ve bu algıyı destekliyor.
S. A. : “İki Kişinin Bildiği”, böyle bir hikâye sanırım.
A. T. : Evet, o bir gazetede küçücük bir haberdi. Kendisini sevdiğini sandığı delikanlı tarafından kandırılarak sevişme görüntüleri cep telefonu kamerasına kaydedilen –ve bu anlamda aslında tecavüze uğrayan bir genç kız. Babası kızının, tacizcisi le evlendirilmesini çözüm olarak görüyor ve medya da buna, “Baba kızına sahip çıktı” şeklinde başlık atıyor. Bu nasıl bir sahip çıkmadır!
S. A. : Sonda birçok kadının bile haberdar olmadığı, belki ‘adamdan bile saymadığı’ bir şiddet örneği var kitapta: Doğum sonrasında yaşanan ve aslında biraz da kadınlar tarafından yaratılan bir şiddet.
A. T. : “O Sinsi Vesvesenin Şerri” hikâyesinden söz ediyorsun… Anne olmak garip bir yolculuk, evet. Doğumdan sonrasıysa bir felaket! O öyküde anne olmanın fiziksel ve çevresel olarak bir kadını nasıl tepetaklak edebileceğini anlatmak istedim.
S. A. : Doğum sonrası depresyonu, öykülerindeki ‘cinnet’ halini desteklemiş olabilir mi?
A. T. : Kitabı hamileyken yazmaya başlamıştım. Belki bu nedenle ama belki de hikâyelerin içeriği nedeniyle, masaya çok zor oturdum her defasında; yazmak istemedim. Doğumdan sonra yazdığım tek öykü de “O Sinsi Vesvesenin Şerri” oldu, ama bu kitapla birlikte epey burnum sürtüldü; yazmak, keyifli bir şey olmaktan çıktı benim için. Yazmayla ilintili egolarım söndü, duvara tosladım. Bu duyguyu unutmam artık diye düşünüyorum.
S. A. : Kitabın adından da anlaşılıyor okuyunca içine bir karanlığın çökeceği ama “Abis”de de şiddet var; “Yok Bana Sensiz Hayat”ta da… Umutlu öyküler yazan biri değilsin…
A. T. : Değilim; hiçbir zaman da mutlu sonların yazarı olmayacağım. O anlaşılıyordur artık herhalde (gülüyor). Elbette sürekli bir depresyon halinde değilim. Ama otobüse bindiğinde gördüklerin bile, insanların cinnetin kıyısında olduğunu fark etmeye yeter! Sürekli bir hırlaşma hali, otobüse fazla yolcu bindiren şoförle, yer vermeyen delikanlıyla, sevgilisini öpen çocukla, akbilini araklayan görünmez hırsızla… Saatli bir bomba bu toplum bence; “Tik tak tik tak tik tak!” geliyor sesi, sen duymuyor musun! Ben kendimi dışarıdaki seslere açtığımda hep ve sadece bu sesi duyuyorum açıkçası. Ama sürekli de bu seslere açılmıyorum çünkü benim de sağlıklı ve mutlu bir insan olmaya ihtiyacım var. Fakat işte, bunu duymayı göze aldığım zaman, sonuç “Şeytan Geçti” oluyor ya da o izlekte başka bir şey. Kulağıma sürekli böyle fısıltılar geliyor ve doğrusu, bu fısıltıları dile getiren bir edebiyat bence daha sahici, daha politik. “Şeytan Geçti” bu noktada benim edebiyatımda en yerine oturan kitap oldu diyebilirim. Bundan sonra alacağım yolu, “Şeytan Geçti” gösteriyor, meraklısına.
S. A. : “Şeytan Geçti” zaten kadın hikâyelerini içeriyor olsa da diğer iki kitabın için de bir kadın bakış açısının hâkim olduğunu söylemek yanlış değil sanırım. Kadın meselesi ne kadar gündeminde?
A. T. : Artık ‘çok’ gündemimde. Ama bununla ne yapacağımı bilmiyorum açıkçası. “Şeytan Geçti”yi yazmak yetmez. Kadınlar yok yere öldürülüyor, göz göre göre bir katliam söz konusu. Polise gittiğinde seni katiline geri gönderiyorlar. Savcı ver dilekçeni ilgilenelim diyor; o ilgi gösterilene kadar kadınlar patır patır öldürülüyor… Hukuk katillerin sırtını sıvazlıyor. Hayat katillerin sırtını sıvazlıyor. Dolayısıyla aslında benim kadın meselesini gündemime almış olmam yetmiyor; o gündemle ne yapacağımı bilmem lazım. “Şeytan Geçti”, küçük bir adım sadece; bu suç ortaklığından kurtulmak için esas, eyleme geçmek gerekiyor.
S. A. : Haksız tahrik demişken sen… Öyküleri okurken, çoğu kez, kendisine ‘katil’ dediğimiz kişinin aslında ‘mağdur’ olduğunu düşündüm ve “Yerinde olsaydım ben de cinayet işlerdim,” dedim. Öldürmek, senin hikâyelerinde tüm anlattıklarının yanı sıra, bir tür boşalma hali aynı zamanda.
A. T. : Reddedilmeye, küçümsendiğimizi düşünmeye, ne bileyim işte, karşı çıkılmaya tahammül edemiyoruz. Sonra hayat maddi manevi bir dolu yoklukla köşeye sıkıştırıyor, çok ağır eziyor insanları. Kan dökerek boşalıyoruz biz de! Senin hiç mi geçmez aklından birini öldürmek? Benim gözüm döner bazen; duvara vura vura öldürmek hatta, öyle tabancayla falan da değil. Ama yapmam, bunun yanlış olduğunu bilirim, kaybedecek şeylerim vardır. Ayrıca birini öldürürsem kendimi de öldürmem gerekir. İnsanların kaybedecek bir şeyleri olmaması noktasına gelmeleri çok acıklı.
S. A. : Öte yandan kaybedecek bir şeyim var mı yok mu diye düşünmeden, düşünmeye fırsat bulamadan, bilinen tüm ahlakî normları geçersiz kılacak bir duygu patlamasıyla cinayet işlenebilir –ki bunun örnekleri de vardır. Katiller hep alt sınıflardan çıkar önermesinin tartışmalı olduğunu düşünürüm.
A. T. : Elbette böyle örnekler var ve işte tam da bu beni dehşete düşüren. Bir insan o noktaya nasıl gelebilir? İşin teorisini yapamam ama öldürme üzerine düşünüyorum epeyce. Baktığımda gördüklerim karşısında…  Acımakla tiksinmek arasında gidip geliyorum. Bilemiyorum; “Şeytan Geçti” ile o acının içine girmeye çalıştım. Burnum sürtüldü derken kastettiğim de buydu aslında; bu kitabı yazarken hiçbir hikâye için ‘güzel olmuş’ diyemedim. Mesela “Abis”i yazarken öyle değildi; orada yazabiliyor olmanın coşkusu da vardı –ne yalan söyleyeyim. Oysa “Şeytan Geçti” bir tür tiksinti uyandırdı içimde. Fakat böyle olması gerekiyormuş diye düşünüyorum, benim de bu tokadı yemem, biraz daha olgunlaşmam gerekiyormuş. Artık haz almam mümkün değil. İçim acımadan, tiksinmeden yazamam bir daha. Çünkü o acıların biraz daha içine girdim; önceki kitaplardan biraz daha fazla…
S. A. : Ki “Fit” isimli hikâyende bunun, bu çabanın somut bir örneği var bence. Meydanda haykıran ve pek çoklarının deli diyerek uzak durduğu kadını çay içmeye çağıran başka bir kadın var ki o öykü kişisi birçoklarının yapamayacağı şeyi büyük bir doğallıkla yapıyor.
A. T. : O deli kadın herkesin içinde acısını bağırmaktan çekinmezken, diğerleri onun acısına tanıklık etmekten korkuyor. Ne yapabilirsin? Deli zaten… Bakış, bu. Dolayısıyla o öykü kişisini yürekliliğinden ötürü kutluyorum.
S. A. : İlgimi çeken şeylerden bir tanesi de, hikâyeler, hikâye kişileri, içerdikleri tüm şiddeti neredeyse uluorta diyeceğimiz bir şekilde yansıtıyor. Yani, bir öykü kişisi sanrılarla çıkmıyor karşımıza.
A. T. : Böyle olduğu, olması gerektiği için belki de. Kolumu kessem ve kanımı akıtsam, o akan kanın bileşenini söyleyemem sana ama kanı akıtarak seni tiksindirmeyi, mideni kaldırmayı denerim. İşin teorisi beni aşar. Belki de bu yüzden, böyle öykü kişileri yarattım. Cinayet işlemiş biriyle tanışmadıysam da, sıradan koşulların sıradan insanları cinayet işleme noktasına getirdiği bilgisine yaslandım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder