"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

7 Şubat 2012 Salı

12. Sayının Sunu Yazısı

EDEBİYATTA DA KARŞI-İŞGAL ZAMANI MI?

Kişisel bir notla zamanınızı almak pahasına belirtmem gerekiyor: 11 dolu dolu Sıcak Nal sayısından sonra benim için bir tür final sayısı elinizde tuttuğunuz bu 12. sayı. İyi de neden ayrılmak istiyorsun Sıcak Nal'ın dümeninden diye sorduklarında "çünkü burcumda öyle yazıyor" gibi cevaplar vermekte buldum çareyi, sohbetlerde. "Başka ormanlara gitmem lazım..." Editöryal tutum olarak da deneysel bir dönüşüm rotası denedik, editöryal karar erkini dağıtmaya çalıştık. Bu sayının editörleri temelde Ilgın Yıldız, İbrahim Halaçoğlu, Melike Koçak ve Umut Y. Karaoğlu oldular. Sıcak Nal'ın bundan sonra da içerikte sınırları zorladığı gibi editoryal yaklaşımda da farklı kararlar alabileceğini tahmin etmek güç değil. Ben de merakla takip ediyor ve uzaktan destek veriyor olacağım... Editöryal ekibimizin özellikle üzerinde durduğu bir konuydu "nazıl yazmamalı" teması. Bu sayının dosya konusu olarak hazırlarken geniş bir yazar görüşü çerçevesi de çıkarttılar. Nasıl yazmamalı üzerine düşünmek, Sıcak Nal'ın başından beri işaret ettiği, edebiyatın kendisine geri odaklanma ve başarıya giden yolları sorunsuzca izleyebilme becerisinden çok edebiyatı hep diri ele alma kaygısının da bir devamı.

10 Ocak 2012 Salı

Karşı Pencere


Sine Ergün
Sıcak Nal, Mayıs-Haziran 2010, sayı 2.  


            Onu gördüğümde balkonda oturuyordum. Arkadaşımın yanında kalıyordum, biraz mekân değişikliğinin iyi geleceğini düşünmüştüm. İşten ayrılmıştım, boştaydım, hayatınla ne yapacağını bilmezsin, öyle bir şey.
Sabaha kadar sigara içip oturuyor, akşama kadar uyuyordum. Gerçekle izlediğim filmleri, gördüğüm düşleri birbirine karıştırır olmuştum. Kötü değildim, yeni bir şeylere başlamam gerekiyordu ama bunun ne olacağını bilmiyordum. Her şeyi yapmak istiyordum ama kalkıp dolaptan bira almaya üşeniyordum. Ne zamandır üşeniyordum, sabahları kalkmaya, kitap okumaya, yemek yemeye, kanalı değiştirmeye, kısaca işin tadı kaçmıştı.

31 Aralık 2011 Cumartesi

Eylül’ün Pornografiye Açılan Merdivenlerinde Bir Jüpon: Mehmet Rauf


Makbule Aras
Sıcak Nal, Eylül-Ekim 2010, sayı 4. 



Mehmet Rauf denince akla ilk gelen, hiç kuşkusuz Eylül romanıdır. İkincisi ise bu romanın unutulmaz fetiş nesnesi “eldiven”dir. Roman kahramanlarının adları ise zamanın oyunbaz ellerinde ters yüz edilmiştir sanki. Kadın kahramanın adı Suat, erkek kahramanın adı Süreyya’dır. İşte bu ad seçimi de yazarın hiç düşünmediği garip bir ayrıntıya dönüşerek kahramanların adlarının hafızalarda yer etmesini sağlamıştır.

Eylül, Servet-i Fünun’da 1900’de tefrika edilmeye başlanır. Kitap olarak yayımlandığı tarih ise 1901’dir. Suat ve Süreyya’nın evlilikleri odağında gelişen romanda Süreyya’nın amcaoğlu Necip’in kadraja girmesiyle birlikte ritim yükselmeye başlar. Necip, Suat’a âşık olur ve bir süre sonra Suat’ın kalbi de bu yasak aşk tarafından işgal edilir. Yazar her iki kahramanın da ruhunu didik didik eder, okurunu imkânsız aşkın insan ruhunda açtığı uğultulu, dipsiz kuyuya doğru çekip götürür.

Eylül’deki aşk tende değil ruhlarda yakıcı ürpertilerle gezinip durur ve okur bir sayfadan öbürüne bu ürpertilerin izlerini takip ederek geçerken tıpkı romanın kahramanları gibi hummalı bir hastalığın pençesine düşer.  Roman boyunca hareket halindeki aşk magması zaman zaman yeryüzüne sızar. Kurguya bakıldığında yazarın işte bu magmanın yeryüzüne sızdığı noktaları,  son derece ustaca kurgulanmış ayrıntılarla görünür kıldığı fark edilecektir.

24 Aralık 2011 Cumartesi

Öykünün Güdük Ağacı

Selçuk Orhan
Sıcak Nal, Temmuz-Ağustos 2011, sayı 9. 


90’lı ve 2000’li yılların öykü dergilerinde dikkate almaya değer bir nokta var: Birçok derginin hemen her sayısında, “öykü” ya da “yazmak” üstüne en az birkaç öykü yer almış. Kimi zaman, yazarın yazma anının somutlaştığı bir imgeyle başlanmış; örneğin, bilgisayar ya da daktilosunun karşısında, yazdığı ilk cümleyi izleyen bir yazar... Kimi zaman öykünün ya da anlatmanın ne olduğu üstüne konuşan bir karakter devreye giriyor. Bu kendi üstüne kapanma hali o dönem için güncel edebiyatın tıkanıklığına ilişkin bir ipucu da taşıyor: Yazar, öncelikle kendi pratiğini ortaya dökerek okurun beklentisini yönetmeye çabalıyor. Diğer bir deyişle, öyküye, öykünün neliğini ya da en azından nasıl doğduğunu konuşmadan giremiyor- çünkü tasavvur edemediği o korkunç okurun bir öykü okumak için henüz bir gerekçesi olmadığına inanıyor.

Öykünün kendisinden söz etmesinin bildik bir teknik olduğu, bu metinlerde yazarların niyetinin tek tek ele alınarak incelenmesi gerektiği söylenebilir. Ancak yazma anının, öykü patlamasının yaşandığı söylenen belli bir dönem boyunca sıklıkla konu edilmesi, (üstüne üstlük bu yöntemle yazılmış metinlerin neredeyse hiçbirinin aklımızda yer etmemiş olması) yaygın bir sorunun göstergesi sayılmalı. Geçtiğimiz 10-20 yılın öykücülüğünde “yazmak” işinin kendisi çok kafa kurcalamışa benzemektedir. Psikolojik bir açıklama: Kendini yazmaya zorlamak, yazma işinin kendisini öykünün konusuna dayatabilir; bu biraz acı ama sözünü ettiğimiz öyküler özelinde doğru olabilecek bir gerekçe.  

Eleştirel bir not daha: 90’lı ve 2000’li yıllarda öykücülüğümüzde bir patlama yaşandığı söyleniyor, oysa dönemin değerlendirmelerine göz atıldığında bir yetersizliğin sıklıkla vurgulandığı da gözden kaçmıyor. En ortalama örneklerden biri sanırım, Adam Öykü’nün editörlüğünü üstlenen Semih Gümüş’ün yeni ya da genç yazarlar üstüne söyledikleri.

8 Aralık 2011 Perşembe

ONLAR TOPLANTISI'NA DAVETLİSİNİZ

Sıcak Nal dergisi yayın hayatına Mart 2010'da başladı. Sıcak Nal'ı heyecanla hayal ederken, ne yayınlayacağımızı önceden bilmeyi reddettik, yeniyi kendi bilinmezliği içinde, kalıba sokmaya uğraşmadan kabul ettik. 'Başka bir öykü'ye, başka bir bakışa platform olmak, yaratıcı, yol açıcı girişimlere hem yer sunmak, hem de doğumlarına katkı yapmak istedik. Deneysel edebiyatla, avangardla, biat etmeyenle, vasatistan sınırını kaçak geçenlerle, kendi bildiğini yazanlarla flört etmeye dikkat ettik. Ne piyasaya göre hizaya girecektik, ne de kariyerist koalisyonlara metelik verecektik. Haliyle, bu kadar iddia bizi yordu! Boğazımız kurudu, Kadıköy'e indik. Derken, Kadıköy'de, aklımıza, neden her şey metinselmiş gibi davranıyoruz, yüzyüze de konuşalım, tartışalım, beraber olalım, beraber bakalım, ne yapacaksak yapalım ama bu sefer başbaşa yapalım dedik. Sıcak Nal adına bir dizi Öykü Günleri tertipleme fikri işte böyle doğdu. 'Onlar Toplantısı', 10 Aralık 2011'de, Kadıköy'de, Gümüş Kafe'de, bu seriyi başlatma gayesiyle açılacak. Herkes davetli.

1 Aralık 2011 Perşembe

11. Sayının Sunu Yazısı:

Farmville Sanattır!

Gazetelerdeki kültür sanat sayfalarının, kültür sanat dergilerinin video oyunlarına gereken saygıyı duymasının zamanı gelmedi mi? 'Oyun'a genel olarak daha fazla saygı duyulması gerektiği de söylenebilir belki, ama özellikle bilgisayar ekranlarını, interneti ve konsolları kaplayan oyunları sanatın içinde okuma, sanat terimleriyle birlikte okuma zamanının geldiği açık. Sıcak Nal'da iki sayıdır bu yönde bir genişlemenin egzersizlerini yapıyoruz. Selçuk Orhan, Kemal Akay ve John Lancaster'ın yazılarıyla oluşturduğumuz dosyanın davet yanı böyle ortaya çıkıyor.

Feride Evren Sezer'in çevirisiyle sunduğumuz Thomas Jones'un Pynchon üzerine yazısı ise 10. sayıda öne çıkardığımız avangard dosyasına ve önceki Pynchon vurgumuza göz kırpıyor. Melike Koçak'ın Sevim Burak'ın çalışmasını okumadan geçirdiği yazısıyla birlikte bu iki metin yenilikçi edebiyat çizgisini dört koldan didikleme uğraşımızın bir neticesi durumundalar. Gary Lutz ve Sharon Olds'dan yaptığımız çeviriler de bu çerçevede değerlendirilebilir.

18 Kasım 2011 Cuma

Bu Gece Yalnız Yazacaksın


Nazlı Karabıyıkoğlu


Umut Y. Karaoğlu’nun ilk öykü kitabı Deli Heybesi’ni yavaşça çıkarıyorum heybemden. Kol saatime bakıp saat tam 4.30’da okumaya başlıyorum. Cebimden çıkardığım el aynasında yüzümün satırdan satıra nasıl seğirdiğini, değişip kasıldığını, dudaklarımın yukarı doğru nasıl büküldüğünü izliyorum. Telaşa kapılıyorum. Okuduklarım, uzun zamandır okuduğum diğer kitaplardan daha değişik sesler çıkarıyor; soluk aldırtıyor kimi cümleler bana.

Karşımda kapı, aynanın gösterdiği yere bakıyordum: Kendimin yokluğundan oluşmuş boşluğa… yalnızca bir çift gözdüm artık. Bu kadar kolaydı; bir adım atınca yok olup, bir çift göze, bir bakışa dönüşebiliyordu demek insan.
(El Aynası öyküsünden)

Öyküden öyküye sekerken ayakkabımın teki sayfaların birinde kalıyor. Gidip suyunu tazyikle boşaltan, soğuğu sıcağına karışmış musluğu açsam. Yüzümü yıkamayı düşünüp saatlerce akan suya baksam. Homofobiyi düşünsem o esnada. Tavuk kemiklerini ve homofobiyi. Ellerime baksam sonra.

Tırnaklarımın arası simsiyah mürekkepli öykülerle dolmuş. Tırnak makasını çıkarıp çekmecemden, bir bir kesiyorum tırnaklarımı. Kesikleri toplayıp peçeteye sarıyorum. Çay bardağını dudaklarıma götürüyorum; boğazım ılık, yapışkan bir sıvıyla gıcıklanıyor. Uyuz köpeklerin havlayışını içmeye çalışmışım meğer, sondan başa, baştan sona, sondan sona gitmişim. Adı olmayan ellerin pençeleri altında buruşmuş omzum.

17 Kasım 2011 Perşembe

İskele çıktı!

Nazlı Karabıyıkoğlu,1985’te Ankara’da doğdu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni bitirdi. İngilizce ve İspanyolca eğitimi aldı. Öyküleri “Varlık”, “Kitap-lık”, “Sözcükler”, “Özgür Edebiyat” ve “Sıcak Nal” dergilerinde yayımlandı. Hazırladığı “Delistan” adlı ilk dosyası “Naci Girginsoy Öykü Ödülü”nü aldı ve sembolik olarak kitaplaştırıldı. İkinci öykü dosyası “Düş Çeperi”, 2010 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri”nde dikkate değer bulundu.
“İskele” yazarın ilk öykü kitabı.
  
Nazlı Karabıyıkoğlu, ilk öykü kitabı “İskele”den gizemlerle dolu insan coğrafyasına küçük gemiler halinde tasarlanmış öyküler yola çıkarıyor. Her öykü, imgeler ve anların büyüsüyle öylesine ustalıklı bir biçimde kurgulanmış ki, insan coğrafyasının okyanuslarına ait o devasa dalgalara rahatlıkla göğüs gerebiliyor.

“İskele”nin “Serseri Yengeçler” ve “Grotesklere Konu Olabilecek Alışkanlıklar” adlı iki ayrı noktasından kalkıyor öyküler taşıyan o küçük gemiler. “Serseri Yengeçler” bölümünün ilk öyküsü “Adaevveda”, küçük bir çocuğun gözünden 12 Eylül travmasının izlerini boşaltıyor denizin dibine ve aynı denizin dibinden başka başka öyküler bulup çıkarıyor. Kitabın ikinci bölümünde ise yazar, birbirinden ilginç ve özgün karakterler aracılığıyla saplantı haline dönüşen alışkanlıkları, ironi yüklü bir dille eşeliyor insan ruhunun derinliklerinde.

16 Kasım 2011 Çarşamba

Gitmelerin Öyküsü


Arzu Eylem


Günün birinde “Gitmeden yazamam değil mi gitmelerimi” (s.89) derse bir yazar, inanmayın. Çünkü yazar için gitmek kelimelerle yol kat etmektir. Dolaşmaktır yaşamışlıkların, hikâyelerin arasında. Hatta bazen bir öykünün içinden geçmek, bulunan ilk köşeye kıvrılmaktır...  Bazen uzun uzun bakmaktır gitmek,  gidenlerin ardından.  Durduğu yerde gitmek istiyorsa yazar kelimelere sarılır… Günlerce gitmelerini yazar… Adı gitmeler güncesi olur.

İlkiftar Ezberci’nin ilk kitabı gitmeler güncesi,  pek çok yazınsal türün bir araya getirildiği öykü kitabı. Kurguyu bütünleyen ve öyküleri buluşturan anlatı tekniği.  Metnin isimsiz anlatıcısı, şiirden mektuba, fotoğraftan müziğe, felsefeden siyasete pek çok tartışmaya girerken aynı zamanda da öykülerini kurar. Zaten metnin ana izleğini düzenleme fikri oluşturur. Yaşamın, yazının, düşüncenin düzenlenmesi, karşıtı olan dağınıklıkla birlikte ele alınır. Bir başka deyişle belki de edebiyatta alışılmış biçimle onu reddeden yazma eylemidir konu edilen…  Bir yandan kural koyarken diğer yandan o kuralları kendi anlattıklarıyla yıkan; kuralsızlığı savunurken kendi kurallarını yaratan biri gibidir metnin anlatıcısı.

Dağınıklığı yaratan monologlar ve zihin akışıdır. Yazar bu dağınıklığı düzene koymak içinse tek yanlı diyaloglar kullanır ve karşımıza anlatıcının dışında biri daha çıkar: Hatice Hanım. Anlatıcıyı çizdiği dünyaya dair düşüncelerinden, Hatice Hanım’ı ise anlatıcının ona seslenişinden tanırız. Buna rağmen yazar kişileri belirgin kılmaz. Hatice Hanım hakkında tek bildiğimiz anlatıcının eviçi yaşamını düzenlemesine yardımcı olmasıdır. Sadece ev işlerine mi? Metnin geçişlerine de Hatice Hanım yardımcı olur sanki. Yazar dağınıklığı sezdiği an, başka bir anlatıya başlayacağı zaman ona seslenir. Ve anlatı zamanına dönülür. Anlatıcı yazdıklarıyla arasına özellikle mesafe koymaya çalışmaz fakat kişisel olanı anlatırken kalem sürekli dışarıya taşar.

15 Kasım 2011 Salı

Kim Bu Yaygaracılar?


Arzu Eylem


"Hakikatin/Gerçek'in ağırlığı bizim dayanabileceğimizden çok daha güçlü ve şiddetlidir; bizi gömebilir... Gerçek, gücü ya da şiddeti ve bizim kuvvetimiz ya da bu şiddete dayanabilme kapasitemiz arasındaki farklılık nedeniyle ulaşılmaz olarak algılanır. -ona yalnızca gölgelendirerek ve belli bir dereceye kadar biçimini bozarak yaklaşabiliriz." (1)


Gerçeğin Kendinden Başka Kimi Var ki?

Şimdi size dille gözün, kulakla sesin ayrı düştüğü bir dünyadan sesleniyoruz. Dahası aynaları çatlatan imaj dünyasından. Aynadaki yansımasıyla çarpışıp yaygarayı koparan ruhlardan… Ama biz karşıdan bakmalıyız. Post modern çağın getirdiği karanlıkta yürürken, ışığa kanmadan gerçeği aramaktan vazgeçmemeliyiz. Sanatta gösterenin, gösterileni tam olarak yansıtamadığı, sözün/sözcüğün düşünceyi birebir aktaramadığı anlam denizinde boğulmadan yüzmeliyiz. Bilinçdışını henüz oluşmamış sayarak, düşleri kirli gerçeğin kollarından söküp alarak... Çünkü bugünlerde herkes gerçeğin peşinde koşmaktan yorgun, kendi gerçekliğine sarılmış gidiyor. Kalabalıklar içinde var olmaya çalışıp, sonsuz görüntüler içinde kendi görüntüsünü arıyor. Fransız felsefeci Jaques Lacan’ın “tanınma arzusu çağı”  adını verdiği dönemde, bilinç kendi dışında oluşanı kendisi sanıp, kimliğini dışarıdan ediniyor. Jean Baudrillard’ın dediği gibi gerçek kopya çekiyor. Peki, öyleyse gerçeküstü ne yapıyor?

Ilgın Yıldız Yaygaracı Ruhlar kitabında bunun cevabını arıyor. “İki.” adını verdiği öyküsünde anlatıcısının dilinden, “Gerçeküstü bir dünya bu, öylesine gerçeküstü ki, gerçeküstülüğün bir anlamı kalmıyor.” (s.22)  diyor. Fakat yazar, arayışında yolu tersinden yürümeyi tercih ediyor.

14 Kasım 2011 Pazartesi

TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı

KOMŞU YAYINLARI (YASAKMEYVE & SICAK NAL) TÜYAP İSTANBUL KİTAP FUARINDA: SALON NO:3 / STAND NO: 103 E

11 Kasım 2011 Cuma

Kuleler, Sandalyeler ve Diğerleri


Nazlı Karabıyıkoğlu
Sıcak Nal, Ocak-Şubat 2011, sayı 6.


Yine.
Sandalye altında gittikçe küçülürken, jöle kıvamındaki bedeni sandalyeden titreye titreye taşmasını durduramıyor, zemine her saniye biraz daha yaklaşıyor.
“Bir tane daha?”
Sorunun sahibi Kemal, Ali, Cem, Mehmet ya da Mustafa.
Evet manasında salladığı başı ağır geliyor boynuna. Bu biradan sonra, söyleyecek artık ona. Koca bira bardağını dikiyor kafasına. Alkol yüklemesi cesaretini arttıracağına, tavşan deliğine biraz daha tıkıyor onu.
Yeri yalamadan önce söylemeli. Çabucak:
“Yapamıyorum ben,” diyor. “Ayrılmak gerek Kemal.”
Bu kez Kemal. Özgürlüğümü ver, kendininkini al.
Özgürlük fiili ağzından çıkar çıkmaz yerden bir karış yükseliyor. Kemal ise sessiz bir an duruyor. Birasını bitirip bir yenisi ısmarlıyor. Sonra tıpkı diğerleri gibi aynı soruları sorup, ikna olacağı cevapları almaya çalışıyor. Gözleri nemleniyor, bağırıyor, ağzını zincirleme sigaralara boğuyor, sövüyor, elindeki yaranın kabuğunu koparıyor.

4 Kasım 2011 Cuma

"Köpekdişi"nizle Oynamayın, Sallanır



İbrahim Halaçoğlu
Sıcak Nal, Ocak-Şubat 2011, sayı 6.


Oyun yaratmak için normu dönüştürmek gerekir.
Oyun sahasında çimler siz ne renk isterseniz o renk çıkar.
Her şey hazır olunca oyun başlar.
Katılmanın ilk şartı kuralları kabul etmektir.

Giorgos Lanthimos’un 2009 yapımı filmi Köpek Dişi (Kynodontas), selüloidin içine çok katmanlı bir oyun kodluyor. Beş tane asal oyuncu var: baba, anne, kız, diğer kız ve oğlan. Oyunu anne ve baba açıklanmayan bir sebepten dolayı tasarlamışlar. Çocukları korumaya çalıştıklarını sezilebiliyor. Temel prensibi çocukları ergenliklerine hapsetmek olan bir oyun. Şehir dışında, bahçeli ve havuzlu büyük bir evde yaşayan üç çocuklu bir aile. Evin etrafı yüksek duvarlarla çevrili. Her gün yapılması gereken idmanlar, çözülmesi gereken matematik problemleri, içilmesi gereken portakal suları var. Çocuklar büyük ihtimalle doğduklarından beri sadece bu evin içini görebilmişler. Televizyonun yalnızca aile videolarını izlemeye yaradığını sanıyorlar. Frank Sinatra’nın Fly me to the Moon yorumu ünlü bir şarkıcının performansı değil, büyükbabalarından gelen sevgi dolu bir mektup gibi sunuluyor onlara. Uslu dururlarsa ya da performans ödülü olarak verilen çıkartmalardan yeterince toplayabilirse, havada uçarken bahçelerine düşen uçakları hak edebileceklerini biliyorlar. O uçaklar binlerce fit yukarıdayken ne kadar küçük görünüyorlarsa bahçeye düşmüşken de o kadar küçükler. (Perspektif kodu çocukların kafasına boş küme olarak girilmiş.) Dışarıda hayat, evet, var. Hatta çocukların şimdiye kadar hiç görmedikleri ağabeyleri dışarıda, bahçe duvarının ardında yaşıyor. Onlar dışarı çıkabilirler mi? Hayır. Hiç mi? Köpek dişleri düşerse eğer, çıkabilirler. Araba sürebilirler mi? Hayır. Hiç mi? Düşen köpek dişleri geri çıkarsa eğer, sürebilirler.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Behçet Çelik ile Söyleşi





Diken Ucu Kime Batmaz?



Ebru Berber
Sıcak Nal, Kasım-Aralık 2010, sayı 5.


Ebru Berber: Kitabınıza adını veren içerisindeki öykülerden biri olan “Diken Ucu” adlı öykü mü, yoksa kitapta yer alan tüm öykülerin kahramanlarının hayatları Diken Ucu’nda mı gizli?

Behçet Çelik: Her ikisi de denebilir. Kitaba isim ararken kitaptaki öykülerin büyük bölümünü kuşatacak bir başlık olarak “Diken Ucu” uygun göründü. Bu öyküyü yazarken “diken ucu”nun öykünün adı olabileceğini düşünmüştüm, sonradan kitabın da adı oldu. Bu öykünün anlatıcısının eskilerde kalmış bir arkadaşı, teninde saplı kalmış bir diken ucu gibi, zaman zaman sızlıyor. Öbür öykülerde de böyle bir sızı var. Bu, kimi zaman eski bir ilişkinin karşı tarafı, ama kimi zaman da öykü kişisinin kendi geçmişi, yaptıkları, yapamadıkları, hatta bugünü. Diken ucu, bir hatırlatıcı aynı zamanda. Aman, çok değiştik, çok yol kat ettik, neler gördük geçirdik, dediğimiz anda batıveriyor. Bazı yanlarımızın iyileşmeden kaldığını, geçmişimizle hesabımızı kapatmadığımızı, biraz da bu yüzden bugünümüzün de bir şeye benzemediğini hatırlatıyor. Sıradanmış gibi görünen anların öyküsünü yazmayı seviyorum, ama bu anların anlatıldığı yerde öykü kişilerinin “büyük hikâyeler”inden de bir şeyler anlaşılsın istiyorum. O andaki tepkilerin, duruşların, sözlerin çok daha geniş zamanları bize duyurmasını; öykü kişilerinin geçmişlerinden, tutkularından, özlemlerinden, çıkışsızlıklarından, boşvermişliklerinden... bir şeylerin o âna belli belirsiz aktarıldığının hissedilmesini istiyorum. “Diken Ucu”, bu anlamda öyküleri kurarkenki yaklaşımımı da bir parça duyuran, kitapta nasıl öyküler olacağı konusunda belli belirsiz bir şeylere de işaret eden bir başlık gibi görünüyor bana.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Mehmet Zaman Saçlıoğlu'yla Söyleşi



Keçinin Baktığı Yerde Dünya Bir Bütün


Can Özoğuz (Öykücü)
Sıcak Nal, Temmuz-Ağustos 2010, sayı 3. 

“İki ve Keçi”nin yolcularını taşıyan mavi yolculuk teknesi, çok eski zamanların akıntısına terk edilmişçesine, devasa havuçlara benzeyen kayalıklardan oluşmuş bir adaya yanaşır. Adanın görüntüsü yolcuları etkiler. Öykücü, kaptana adanın ismini sorduğunda aldığı “Dişlice Adası,” yanıtını pek beğenmez. Bu gizemli adanın ismi değişmelidir. “Öykü Adası olsun ismi,” der. Öykü Adası’nın kıyısına bağlanan teknede, geceyi, sabaha kadar adadan gelen garip uğultular duyarak geçirir yolcular. Ve gece, Öykücü’nün aklına eski zamanlara uzanan masalımsı -hâlâ yazılmamış- bir öykü düşürürken, aynı teknenin güvertesinde uyku tulumunda yanında yatan Zaman’ın (Mehmet Zaman Saçlıoğlu) kulağına ise mitolojik dönem tanrıları bir roman fısıldar. Bir devin nefes alışı gibi ses veren kayaların arasından sıkışıp geçen rüzgâr, Mehmet Zaman Saçlıoğlu’na yeni kitabının öykülerini Olympos dağının zirvesinden getirir. Gecenin lacivert yalnızlığında, öykü mürekkebi zamana damlaya başlar.

Son noktası konduğunda, “İki ve Keçi” Edip Cansever’in,“Doğanın bana verdiği bu ödülden çıldırmamak için iki insan gibi kaldım, Birbiriyle konuşan iki insan…” dizeleriyle biter.

Aradan bir yıl geçer, yeni bir mavi yolculuk öncesi, sevgili Zaman’la, Sıcak Nal’ın 3. sayısı için mürekkebi henüz kurumamış bu eseri hakkında aşağıdaki söyleşi yapılır.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Kulak

Ilgın Yıldız
Sıcak Nal, Mayıs-Haziran 2011, sayı 8.


Herkes görüyor sizi, onu yaparken, ne yapıyorsanız.
Kulak. Kulakla yaşadığım şey buna benzer bir duygu veriyor bana.
O gün telefonla veya bizzat kapıma gelerek bana ulaşan kişiler, bilmemeleri gereken bir şeyler biliyorlardı. Kulağı bilmeleri ihtimali bile, bu ihtimal bile beni ürkütmeye yetiyordu. Gerçekten bildiklerini bilmek ise beni uçurumun kenarına götürebilirdi. Şimdi uçurumun dibinden yukarı bakıyorum. Ama gördüklerime inanmıyorum.
Bir kulak yüzünden öldüğüm için zavallı addediyorum kendimi şimdi. Bir zavallı. Gülümsüyorum.

Telefonun ahizesini, o kulağa değil, diğerine dayayarak konuştum önce. Günlerce.
Bir gün, bir arkadaş, sesimin tuhaf geldiğini söyledi.

3 Ekim 2011 Pazartesi

Pınar Selek ile Söyleşi



“Hayatın gerçeklerinden özgürleştim” 


Sema Aslan
Sıcak Nal, Temmuz-Ağustos 2011, sayı 9, Takip.


Mısır Çarşısı'nda meydana gelen patlamayla ilgili aldığı beraat kararı Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından bozulan ve bu karar Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından onaylanan Pınar Selek'in yaşamaya mahkûm edildiği kâbus bitmiyor. Kâbus akan suya anlatılınca başa gelmez derler; Pınar Selek’in 13 yılını anlatacağı bir su, güçlü bir akıntı bulması lazım geliyor bu durumda. Buluyor da… Su gibi akıp giden bir roman yazıyor: “Yolgeçen Hanı” (İletişim Yayınları, 2011).


Selek, bu ilk romanında, yolları Yedikule’de kesişen insanların 12 Eylül darbesiyle sarsılan hayatlarını anlatıyor. Onları birbirleriyle buluştururken, okuru da ‘yitirilmiş olan’la buluşturuyor.