"Sıcak Nal" kapıya asılmaz!


İki Aylık Edebiyat Dergisi

19 Ekim 2011 Çarşamba

Mehmet Zaman Saçlıoğlu'yla Söyleşi



Keçinin Baktığı Yerde Dünya Bir Bütün


Can Özoğuz (Öykücü)
Sıcak Nal, Temmuz-Ağustos 2010, sayı 3. 

“İki ve Keçi”nin yolcularını taşıyan mavi yolculuk teknesi, çok eski zamanların akıntısına terk edilmişçesine, devasa havuçlara benzeyen kayalıklardan oluşmuş bir adaya yanaşır. Adanın görüntüsü yolcuları etkiler. Öykücü, kaptana adanın ismini sorduğunda aldığı “Dişlice Adası,” yanıtını pek beğenmez. Bu gizemli adanın ismi değişmelidir. “Öykü Adası olsun ismi,” der. Öykü Adası’nın kıyısına bağlanan teknede, geceyi, sabaha kadar adadan gelen garip uğultular duyarak geçirir yolcular. Ve gece, Öykücü’nün aklına eski zamanlara uzanan masalımsı -hâlâ yazılmamış- bir öykü düşürürken, aynı teknenin güvertesinde uyku tulumunda yanında yatan Zaman’ın (Mehmet Zaman Saçlıoğlu) kulağına ise mitolojik dönem tanrıları bir roman fısıldar. Bir devin nefes alışı gibi ses veren kayaların arasından sıkışıp geçen rüzgâr, Mehmet Zaman Saçlıoğlu’na yeni kitabının öykülerini Olympos dağının zirvesinden getirir. Gecenin lacivert yalnızlığında, öykü mürekkebi zamana damlaya başlar.

Son noktası konduğunda, “İki ve Keçi” Edip Cansever’in,“Doğanın bana verdiği bu ödülden çıldırmamak için iki insan gibi kaldım, Birbiriyle konuşan iki insan…” dizeleriyle biter.

Aradan bir yıl geçer, yeni bir mavi yolculuk öncesi, sevgili Zaman’la, Sıcak Nal’ın 3. sayısı için mürekkebi henüz kurumamış bu eseri hakkında aşağıdaki söyleşi yapılır.



ÖYKÜCÜ: Sevgili Zaman, henüz mürekkebi kurumamış yeni kitabın “İki ve Keçi”nin sana esin veren ilk anından başlayarak yazım sürecinde sohbetlerimiz ve kitap yayımlanmadan önce dosya halindeyken okuma ayrıcalığım oldu. Her şeyden önce kitabın adı ilginç, sormak istiyorum; neden “İki ve Keçi?”

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU:
Kitabın adı metinden kaynaklandı doğal olarak. Bir sayı ve bir keçi (ya da insan) bir araya geldi. İnsan ve insanın kavramları bir arada, karşıtlıklar ve “eş” likler içinde ele alındı. Çok ayrıntıya girmeyelim çünkü kitabı okumadan anlatacaklarımın bir yararı olmaz, ama kısaca “iki” sözcüğünün tüm çağrışımlarının beni bu kitap boyunca ilgilendirdiğini söyleyebilirim. “Bir”, “iki”, “çok”, “tek”, “çift”, “eş”, “ikiz”, “benzer” gibi kavramlar, “iyi-kötü,” “güzel-çirkin” gibi karşıtlıklar, bütün içinde çokluk, çokluğun oluşturduğu teklik ve bunun gibi birçok durum üzerinde biraz kalem oynattığım bir metin oldu.

ÖYKÜCÜ: Aslında epeyce geniş olan bu konuları bu kısa metin içine nasıl sığdırdın?

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU: Felsefik anlamda bunların hepsi gerçekten çetrefil sonuçlara götürebilir insanı, çünkü tarih boyunca bunların üstünde düşünüldü, yazıldı. Ama ben ne felsefeciyim ne de bu metin bir felsefe metni. Ben bir öykü biçimi içinde, okura olabildiğince rahat bir yazınsal ortam sağlayarak, çok kolay ve anlaşılır bir akışla biraz değinip geçtim bu kavramlara ya da sorunsallara. Aslında bu kavramları ve tarih boyunca tartışılan ilgili sorunları öykünün örgüsünün içine yaydım. Kimi yerde görünür, kimi yerde sezilir oldular. Kimi yerde de öykü akışı içinde gizleniverdiler.

ÖYKÜCÜ:
Mitolojiden yararlanma biçimin de böyle mi bu kitap açısından?

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU:
Mitoloji, üçüncü bölümde ortaya çıkıyor biliyorsun. İlk bölüm yalnızca keçiyi bir motif olarak kullanarak baba-oğul, iyi-kötü gibi karşıtlıklara değiniyor. Bu karşıtlıklar, çift olma durumları, mitolojik ve dinsel metinlerden de küçük alıntılarla irdelenmeye çalışılıyor. Yarı fantastik bir atmosfer var bu bölümde.  Genel renk ağırlığı biraz karanlık diyebiliriz. Alacakaranlık belki... Zaman, geçmişle bugün arasında gidip geliyor. İkinci bölümde günün tüm saatlerine yayılmış toplam zamansal çerçevesi birkaç hafta olan bir metin yer alıyor. Deniz, güneş, yıldızlar, yakamoz ve iki renkli keçi bu bölümde daha renkli bir atmosfer çiziyor. Üçüncü bölüm ise mitolojik bir öykü. Hatta bazı yerleriyle mitolojinin biraz değiştirilmiş bir durumu. Burada çok renklilikten, aşktan, savaştan, hilekârlıktan, duygusallıktan yani insanoğlunun her halinden söz edebiliriz.

ÖYKÜCÜ: Öyküler birbirine de bağlanıyor birçok noktada. Bu bize bütünün bir roman olduğunu mu, yoksa birbirine bağlı üç öykü olduğunu mu gösteriyor?

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU: Evet, öyküler birbirine bağlı. Bu öyküleri ayrı ayrı kitaplarda okusaydık ya da her birini farklı bir dergide okusaydık bağımsız birer öykü olarak değerlendirebilirdik. Ama öykülerin bir arada olması bizde bir kısa roman ya da uzun öykü etkisi yaratıyor. Bence ne roman diyerek ne de öykü diyerek bir kalıba sokmaya gerek var. Böyle bir şey işte…

ÖYKÜCÜ: Kitaba bir keçinin verdiği esinle başladığını biliyorum, benim aklıma da günü geldiğinde yazılacak bir öykü düşürmüştü Öykü Adası ismini verdiğim o ilginç ada. Sen nasıl etkilendin o görüntülerden?

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU
: Adanın önüne demir attığımızda kayalarının üstünden bir keçi bize bakıyordu. Biraz aşağıya inince iki renkli olduğunu görmüştük. Yarıya kadar siyah, yarıdan sonra beyaz. Sonra bu keçinin adada yalnız yaşadığını anlamıştık. Yalnızlığa tutsak edilmiş bir keçi. Bu hepimizi yaralamıştı. İnsanoğlunun her tür canlıya ve hemcinsine kendi çıkarı için kötülükler yaptığını biliyorduk ama bu durumdan nasıl bir çıkar sağladığını anlayamamıştık. Bu, cezalandırma gibi bir şeydi. Acımasızca bir şey... Kıyıya, yarıdan kesilmiş mavi bir varil koymuşlardı. İçinde biraz su vardı. Keçi, insanları kendisine yaklaştırmıyordu. Gece olduğunda kıyıdan garip bir ses duymuştuk. Derin bir soluk sesi geliyordu. Sonra yakamoz yaptık denizde geç saatlerde ve ardından ay çıkarken uyuduk. Bütün bunlar beni gerçeküstü bir dünyaya götürdü o gece. Pan’ı anımsadım. İki renkli keçi gibi, bedeninde insanı ve keçiyi barındıran Tanrı Pan’ı. Karşıtlıklar o zaman aklıma geldi ve bu öykünün temel konusunun karşıtlıklar olduğunu o zaman düşündüm. Sonra hızla gelişti öykü. İstanbul’a döndüğümüzde ikinci ve üçüncü bölümünü yazdım. Ama bir şey eksikti. Birinci bölüm birkaç ay sonra geldi. Böylelikle bütünleşti kitap. Aynı Tanrı Pan gibi. Pan, Yunanca bütün demek.

ÖYKÜCÜ : Baba ve oğul motifi de özellikle ilk bölümde karşımıza çıkıyor. Bu neden gerekliydi kitapta?

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU:
Baba ve oğul özellikle Hristiyan kültüründe önemli bir motif bildiğin gibi. Ama erkek egemen toplumda baba ve oğul ilişkisi, aynı zamanda egemenliğin birinden ötekine geçtiği, babaya baş kaldıran oğlun, sonra babası gibi olduğu ve kendi oğluna babasının kendisine davrandığı gibi davrandığı bir ilişki. Birbirini tamamlayarak, özleyerek, birbirine kızarak, kimi zaman daha uç duygularla yaşanan bir hayat. Ayrı ama bir olma durumunu çok iyi betimliyor baba oğul ilişkisi. Bazen hiç ummadığımız bir zamanda yıllar önce yitirdiğimiz babamız akla geliverir. Yani her erkeğin bilinçaltında babası canlı bir biçimde durur sanıyorum. Ya mutluluk verir, ya acı çektirir ama hep bizimledir. İşte öyküde de oğlun gereksinim duyduğu bir zamanda baba çıkıp geliyor ve bıraktıkları yerden ilişkilerine devam ediyorlar. Baba-oğul aynı zamanda yaratan ve yaratılan ilişkisi. Tanrı ve çocuğu insan gibi. Yani kitabın “bütün” e ulaşma çabasının bir parçası baba-oğul motifi.

ÖYKÜCÜ:
Baba neden bir keçi kılığında geliyor?

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU: Öykünün sürprizlerini burada açık etmek pek doğru olmayacak ama bu sorunu yanıtlamak zorundayım. Keçi ya da herhangi bir varlıkla babamızın arasında ne fark var? Acaba benzerlikler mi çok bir keçiyle insan arasında yoksa farklılıklar mı? Bakış açısına göre değişir diyebilirsin. İşte ben de özellikle bunu vurgulamak istedim. Üçüncü bölümün sonunda da vurgulanan bu bütünlük ve aynılık. Çok çok uzaklardan bakınca dünya üzerindeki keçi ve insan görünmediğinde bir bütünlük vardır yalnızca. İçinde ne denli küçük ve farklı parçalar olsa da dünya uzaktan bir bütündür. Samanyolu Galaksisi uzaktan bir bütündür. Evren de bir bütündür böyle düşününce. Biz dürbünümüzü çevirdikçe ayrıntıları görürüz ve ayrıntıların birbiriyle ilişkisini unuturuz. Oysa nesneleri birbirine bağlayan bir ayrı bütünlük var, gözle görülmeyen, duyularla algılanmayan. Bunlar üzerinde düşünmeye değmez mi? Özellikle de deneme formunda değil de masalsılık olanağını sağlayabilen öykü formunda?

ÖYKÜCÜ:
Bölümleri birbirine bağlayan temel bir akışın yanı sıra bazı ayrıntılar da gözüme çarptı. Örneğin birinci bölümde babanın, oğlun düşmüş dişini bulmasıyla son bölümde Pan’ın Khimera iken sahip olduğu dişini babası Typhon’a göstermesi ya da her iki kahramanın da süt dişlerini yola çıkarken yanlarına almaları. Bu benzerlikler okuyana nasıl bir yol gösteriyor?

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU:
Saptaman doğru. Bölümler arasında böyle bazı benzerlikler var. Dikkatli okuyucu çok sayıda benzerlik görecek. Bunlar üç bölümün birbirine bağlandığını ve hepsinin Pan ya da insan ya da keçi, her neyse, her şeyin aslında bütüne tamamlandığını gösteriyor.

ÖYKÜCÜ: Üçüncü bölümün başında söylediğin gibi. “Hepsi aynı bütünün içinde kırılmış ayna parçaları”… O zaman tüm erkekler Pan’a mı benziyor? Her erkeğin -gizli kalmış da olsa- kişiliğinin bir parçası mıdır kadınlara doymak bilmeyen Pan gibi olmak?

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU: Benzemeyebilirler ama aynılar…

ÖYKÜCÜ: Kitaptan bir tümce gibi oldu bu. Madem öyle açıklamanı bekliyorum.

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU: Hay hay. Biraz önce değindiğimiz gibi, çok uzaktan baktığımızda Pan ve Limon ağacı bir. Yakından bakınca farklı. Birini bitki, birini masallardan bir kahraman diye tanımlayabiliriz. Pan’ın yerine bir keçi koyarsak daha da somutlaştırabiliriz bu örneği. Keçi bir hayvan ama limon ağacı bir bitki diye ayırırız onları. İkisinin de kimyası karbon. İkisi de dünya üzerindeki canlı dediğimiz sınıfın içinde. Yani benzemiyorlar ama aynılar. İkisi de canlı, biri bitki biri hayvan. Biz işimize gelince benzetiyoruz, işimize gelince ayırıyoruz. Algılarımız, değer yargılarımız, düşüncemiz, tüm yaşamımız bu tür tanımlamalara, sınıflandırmalara, giderek bizden olanlar ve olmayanlar, sen ve ben, ben ve öbürü gibi ayrıştırmalara sonra da düşmanlıklara gidiyor. Bilim açısından sınıflandırmalar bir zorunluluk olabilir, ama insanın doğayla, birbiriyle olan ilişkisi için bu sınıflandırmalar genellikle koşullayıcı oluyor. İnsan bu sınıflandırmaları olumlu değil, olumsuz bir biçimde kullanmaya eğilimli sanki. İşte Pan, yani “bütün” bunlarla dalga geçiyor. Hem insanları korkutuyor, hem tanrılardan korkuyor. Hem ağlıyor, hem ağlatıyor. Onda tüm karşıtlıklar ve aynılıklar var. O yaşıyor. Yaşamı bir bütün olarak görüyor. Karşıtlıklarla değil bütünlüklerle ilgileniyor. 

ÖYKÜCÜ: Kitabın görsel yanından da biraz konuşalım. Kitapta onaltı karakalem çizim, beş de fotoğraf var. Fotoğraflar gezide çektiklerin. Çizimler ise eşin Başak Oğuztaş Saçlıoğlu’nun kaleminden çıkma. Neden resimli bir kitap yaptın ve Başak bu resimleri yaparken nasıl bir yol izledi? Edebiyatı resim ve fotoğraf sanatıyla zenginleştirmek ve sanatların birbirini etkilemesi konusunda neler söylemek istersin?

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU:
Bu kitabı yazmaya başladığımda bir film izler gibi gözümün önünde oluşuyordu sahneler. Kimi zaman yazdıklarımdan çok bu görüntülere gülüyordum. Görüntüler bana yol gösteriyordu. Kendim resmetmek istemedim. Hem beceremezdim hem işin tadı kaçardı. Resimlerin illüstrasyon tipi resimler olmaması gerekiyordu. Yani cümlelerin ya da durumların resmedilmesini istemiyordum. Bir başka insanın yazdıklarım üzerinden nasıl bir hayal kurabileceğini merak ediyordum. Bu yüzden eşime: “Resmederken kendini kısıtlama, benzemesi şart değil, cümlelerin sana gösterdiği yolda git ama ne metnin önüne çık, ne onu betimle,” dedim. Çok belirgin olması da gerekmiyordu figürlerin. Bu mitolojik yaratıklar tarih boyunca çizilmiş, resmedilmişlerdi. “Bunlara hiç bakma,” dedim. Umduğumdan daha iyi bir sonuç aldığımızı sanıyorum. Kitabın yazınsal atmosferini iyi karşıladığını düşünüyorum resimlerin.

ÖYKÜCÜ:
Kitabı neden hayvanlara adadın? “İnsanoğlu yüzünden acı çeken hayvanlara?”

MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU:
Biraz önce her şeyin aslında bir bütünün parçaları olduğundan söz etmiştik. İnsan kendini hayvanlardan ayrı düşünüyor genellikle. Oysa onlardan daha farklı değil. Biliyorsun Şempanzeyle insanın genlerinin % 97,5’i aynı. Yani kültür dediğimiz her şey kalan % 2,5 ten çıkıyor. İnsanlığımızı bu küçük yüzdeye borçlu olduğumuzu bilmek çok gülünç değil mi? Pek de onur duyulacak bir insanlık da değil elimizdeki üstelik. Bu farkımız olmasaydı keşke de şu doğada biz de şempanzeler gibi, limon ağaçları gibi yaşayıp gitseydik. Tabii bu sözleri bana söyleten umutsuzluk. Melih Cevdet Anday’ın şiirindeki gibi “Biz de insanın atasıyız” olma durumunun verdiği umutsuzluk. Biliyor musun, aslında ne kadar çok hayvana zarar verdiğimizi bir düşünsen insanlığından utanırsın. İnsanlar, kendi sorunlarını çok büyütüyorlar. Aslında aklı egemen kılsalar ve kişisel çıkarlarına sırt çevirebilseler yani biraz daha insan olabilseler, dünya üzerindeki hemcinslerinin acılarını da yok edebilirler, göremedikleri hayvanların acılarını da. Kitapların çoğu insanlar için yazılmıştır. İnsan sorunları için… İnsanın bazı küçük(!) sorunlarına bu kitapta hayvanlar üzerinden baktım ben. Gel, yalnızca hayvanlara yaptığımız kötülüklerle ilgili bir liste yapalım ve ithafımızı yeniden yazalım. Ondan sonra da kitabı okuyucuya bırakalım.

Bu kitap:
2009 yılının Temmuz ayında Hisarönü Körfezindeki Dişlice Adasında yalnızlığa terk edilmiş yarısı siyah, yarısı beyaz keçiye,
Her kurban bayramında acı çektirilerek öldürülen koçlara, koyunlara, ineklere, danalara; tüm ülkelerde geleneklere kurban edilen hayvanlara,
Her zaman, Anadolu’nun her yerinde görülebilen, boyunlarından bağlanarak, güneşin altında bütün bir günü geçirmeye mahkûm edilmiş güzel gözlü eşeklere, kavruk atlara ve yanlarındaki sıpalarına, taylarına,
Her zaman, Anadolu’nun her yerinde görülebilen, kaçmasınlar diye boyunlarından iki karışlık bir iple ön ayaklarına bağlanmış ineklere, öküzlere,
Türkiye sokaklarında başlarını okşayacak bir el ararken, genellikle tekmelenen ve taşlanan ve kimilerince toplu halde katledilen dünyanın en güzel köpeklerine,
Alışveriş merkezlerinde, olur olmaz yerlerde açılmış evcil hayvan dükkânlarında küçücük cam kafesler içinde tutsak edilmiş köpek, kedi yavrularına,
Evde bakılmak için alınmış, ailesine alışmışken, temiz koltukların, halıların kirlendiği gibi birçok gerekçeyle sokaklara bırakılmış ev köpeklerine, kedilerine,
Mahalle çocuklarının sevmek için annelerinden ayırdığı ve bir daha yollarını bulup geri dönemeyen kedi ve köpek yavrularına,
Otobanlarda şaşkın kalakalmışken, kimsenin durup da yol kenarına geçmesine izin vermediği için ezilen köpeklere, kedilere,
Bir zamanlar insanlarla birlikte yıkıntılarda, kömürlüklerde kendilerine yaşam alanı bulabilirken onları düşünmeden kentleşen yerleşim bölgelerinde yağmurda, karda girecek bir yer bulamadıkları için bütün kış mevsimini duraklarda, ağaç ve saçak altlarında geçirmek zorunda kalan köpeklere, kedilere,
Dost yürekleri, sahipleri gibi birer canavara çevrilerek karşı karşıya getirilen ve birbirlerini parçalamaları için vahşice desteklenen köpeklere,
Geniş yollarda sağlarından sollarından geçen kamyonların arasında, soğuk, yağmurlu kış günlerinde kâğıt, plastik dolu Çingene arabalarını çeken yaşlı atlara,
Apartmanlaşan evlerimizin geniş bahçelerinden kaçırdığımız, bizi terk etmeleriyle doğanın bir bölümünü yitirdiğimiz kurbağalara, kirpilere, yılanlara, kaplumbağalara,
Denizleri kirlettiğimiz için uzaklara kaçan, ağların gözeneklerini git gide küçülterek yavrularını bile yakaladığımız, trollerle yuvalarını dağıtıp köklerini kuruttuğumuz balıklarımıza,
Denizleri kirlettiğimiz için balık bulamayarak çöplerimizle beslenmek zorunda kalan, beyaz ve çilli martılara,
Eskiden her evin çatısında, dış duvarındaki kuş evlerinde, balkon girintilerinde bolca yer bulabilirken, betonlaşan yapıların hiçbir girintisinde bir yuvalık yer bulamayan kent kuşlarına,
Sayıları epeyce azalsa da uzun yıllar sokaklarda tef çalınarak oynatılmış, burunları halkalı güzel yüzlü kocaoğlanlara,
Küçücük bir niyet kutusunun üstünde bir ömür geçiren pembe gözlü tavşanlara,
Azat buzat ahrette beni gözet, denerek salınan ama sahiplerinin küçük kafeslerine dönmekten başka bir çareleri bulunmayan saka kuşlarına,
Küçücük bahçelerde bile kendine bir yer edinmiş, bugünlerde ancak kentlerin koruluklarında, ormanlarında kalmış bülbüllere, kanaryalara,
Büyük sürüler halinde gökyüzünü dalgalandırırken bugün her bireyi parmakla sayılabilecek kadar sürüleri küçülmüş sığırcıklara, leyleklere, tüm göçmen kuşlara,
Bahçelerin en güzel süsleriyken değiştirdiğimiz çevreyle yok olan binbir tür kelebeğe,
Kürkleri kanlanmasın diye başlarına vurularak öldürülen foklara,
Yağları, kemikleri, etleri için yarışırcasına avlanan ve türleri yok edilmeye yüz tutmuş balinalara,
Canlı maymun lokantalarında başlarından masalara sıkıştırılan ve canlı canlı beyinleri yenen maymunlara,
Mantığa ve duyguya asla sığmayan, adına boğa güreşi denen, ama tam bir vahşet gösterisiyle binlerce izleyici önünde savunmasızca öldürülen boğalara,
Kürkleri için avlanan yırtıcılara,
Gösteri havuzlarında sıkıştırılmış yunuslara,
Geceleri gözlerine ışık tutularak savunmasızca avlanan balıklara, tavşanlara,
Bebekliğimde, annemin sütü yetmeyince, Uludağ’da beni sütüyle besleyen keçilere,
İnsanoğlunun, kendi zavallı çıkarları için acı çektirdiği akla gelmeyen tüm hayvanlara, canlılara
Sunulmuştur…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder