EZBERE GERÇEĞİNİ UNUTAN ÇOCUK
Yeni edebiyatı, deneysel edebiyatı, farklı arayışları peş peşe sorguladığımız sayılarımıza, bu kez de nesirde merkezi masaya yatırarak devam ettik. Öncelikle Türkiye öykücülüğünde nasıl bir “ezbere gerçekçilik”, tek öykü yazma biçimi gibi dayatıldıyı araştırdık.
1980'lerin sonları, 1990'lı yılların başlarında Türkiye kültürel ikliminde genel bir canlanma, kabuğunu kırma eğilimi görülmüştü. Düşünce alanında, sosyalbilimlerde, görsel sanatlarda, sinemada, diğer disiplinlerde ve tabii edebiyatta bir çeviri artışı, dünyayla bağlantıda gelişme kendini göstermişti. Özellikle postyapısalcı teoriyle artan tanışıklık ve dünya sanat tarihine dair farkındalıktaki gelişme; sanatta deneysel, sınıraşan, disiplinlerarası, form anlayışını tümden yeniden ele almaya kalkışan girişimlerde bir canlanmayla sonuçlanmıştı. Hem öyküde, hem de (o yıllarda henüz piyasa tarafından esir alınmadığı için bir edebiyat türü olduğu genel kabul gören) romanda ayrıksı stiller, deneysel bir neşe görüldü kısa bir süre. Heyhat, çok geçmeden vasatistan, devrimi ele geçirdi... 1990'ların ortalarından itibaren özellikle öykü bir memuriyet alanı olarak çevrelendi. Çitlerin içinde kalmak koşuluyla belirlenmiş dallarda belirlenmiş kriterlere uygun olarak maharetlerini gösteren öykücüler, öyküler üretildi. Bu duruma da 'öykü patlaması' dendi; ironiyle okumaya müsait bir şekilde -öykünün berhava olması anlamında galiba. İşte Selçuk Orhan'ın, Melike Koçak'ın yazıları böylesi bir toplu donakalmaya karşı ne yapılabiliri araştırırken merkezin işleyişini, normun çatılışını araştırdılar. Ali Karabayram ezbere gerçekçiliği özellikle görsel sanatlardan yakaladı. Sık sık sayfalarımızda yer verdiğimiz “ZZZ Kuşağı” temsilcisi Tao Lin, romanın geleceğini tartışmasıyla dosyaya eklendi. William Gaddis'i ise giriş mahiyetinde tanıtmaya ihtiyaç duyduk, daha sonra detaylı tartışmak üzere.